“Bölüm başlığına Bayrak Harekâtı adını koyduk diye aklınıza büyük bir operasyon falan gelmesin. Kendine, mensubu olduğu kuruluşa, ülkesine, devletine, ulusuna karşı azıcık vicdan borcu olanların yapması gerekeni yaptık ve bölgede şöyle bir tur atalım dedik. Sonucu ne siz sorun, ne ben söyleyeyim!..”
Ülkeyi kargaşa ortamına sürükleyenler, daha doğrusu bu konuda başı çekenler, kuvvetli olduklarını hissettikleri her olayda ve her yerde olduğu gibi, simgeleştirdikleri bayraklarını da hiç çekinmeden öne sürer olmuşlardı. Öyle ki, Türk bayrağı, silahlı kuvvetlerimizin ve halen dayanmakta olan birkaç resmi kurumun dışında, neredeyse kullanılmaz bir hale getirilmişti.
Ortalık, hani şimdilerde seçim öncesinde partiler tarafından sergilenen bayrak karmaşası gibi, karşıt gruplarca peş peşe açılan bayraklardan geçilmez olmuştu. Güzelim kırmızı rengimiz, kimilerinde yeşil olmuş, kimilerinde tek yıldızımız yer değiştirerek bir köşeye çekilmişti. Kimilerinde ise hilâlin yanına, bir tanesi yetmiyormuş gibi, iki hilâl daha getirilmişti…
Her görüş, kendine bir bayrak bulmuştu. Biz bile, fraksiyonları artık bayraklarından tanır olmuştuk. THKPC/M-L’yi “Türkiye Halk Kurtuluş Partisi-Cephesi/Marksist-Leninist” diye uzun uzun okumaktansa, bayrağına göz atmamız yeterli geliyordu.
1936 yılından bu yana yürürlükte olan “Türk Bayrağı Kanunu”(*), artık eskidiği düşüncesiyle olacak, bir bakıma kullanılamaz ve uygulanamaz bir duruma sokulmuştu.
Doğrusunu söylemek gerekirse, bütün bunlar bizi çok rahatsız ediyordu. Belki görev alanımıza girmiyordu, ama en azından bir vatandaş olarak canımızı sıkıyordu. Müdahale zamanının geldiğini düşündüğüm için dayanamayıp;
“Müsaade ederseniz, ben bu cumartesi günü şöyle bir dolaşmak istiyorum,” dedim.
Niyetimi anladığından kuşku duymadığım müdürüm;
“Peki,” diye cevap verdi. “Araçla dolaşın ve sakın ileri gitmeyin! Kendine hâkim ol, bırak, jandarmaya söyleriz, gereğini yaparlar!”
Çok mutluydum… Kendime göre hemen bir güzergâh çizmiş ve büyük bir inançla, “Bayrak Harekâtı”nı başlatmıştım. Gözlerim her tarafta dolaşıyor ve mevzuata aykırı olabilecek özellikteki bayrakları arıyordu.
İlk dikkatimi çeken, ilçenin çıkışındaki büyük un fabrikasının bayrağı oldu. Giriş kapısının hemen yanına dikilmiş bulunan uzun bir direğin ucunda, ufak bir bez parçası sallanıyordu. Kapıdaki bekçiye;
“Bu ne?” diye sordum.
Adam bir süre aptal aptal yüzüme baktıktan sonra;
“Bayrak!” dedi.
“Ne biçim bayrak? İndir de görelim bakalım…”
Bekçinin bayrak diye tanımladığı şey, zorlu bir uğraştan sonra aşağıya indirilmişti. Bu, yıldızının yarısına kadar rüzgârdan lime lime olmuş bir bez parçasıydı. Bayrağın hemen hemen yarısı kopmuştu!
“Bak kardeşim, gördün mü? Hani nerede bayrak? Bunun yenisi yok mu, neden takmıyorsunuz?”
İkinci durağım, yine bir fabrikaydı. İnşaat halinde olduğu için, kalabalık bir işçi grubu çalışıyordu. Önündeki direğin birinde, firmanın bayrağı asılıydı. Diğer direkte ise, açık pembe renkli bir bez dalgalanıp duruyordu…
Ustabaşı olduğunu söyledikleri bir kişi, işaretim üzerine koşarak geldi.
“Buradan sen mi sorumlusun?” diye sordum.
“Evet,” diye kabararak cevap verdi. “Buradaki her şey benden sorulur!”
“İyi öyleyse! Şu direkte sallanan şeyin ne olduğunu söyler misin?”
“Bayrak!”
“Ne bayrağı be! Onda bayraklık mı kalmış?”
“Yağmurda boyası akmış, güneşte rengi solmuştur…”
“Olur mu kardeşim? Hiç böyle bayrak asılır mı? Yarından sonra burada gerçek bir bayrak görmek istiyorum, tamam mı?”
Üçüncü olarak, yatılı bölge okuluna uğramıştım. Evet, ne yazık ki devletin bu resmi eğitim kurumunda, hiç bayrak asılı değildi! Artık o kadar fütursuzca davranılıyordu ki, ne yapacaklarını şaşırmış olan resmi görevliler de bunlara karşı kayıtsız kalabiliyorlardı, kalmak zorundaydılar.
Kısa bir aramadan sonra, şoförün bulup getirdiği hademenin dayanamayıp yakasına yapışmıştım:
“Bana bak! Neden bu bayrak asılmadı?”
“Müdürün odasındaki dolapta, kilitli! Anahtarlarda kendisinde…”
“Peki, burada tören yapılmadı mı, bayrak çekilmedi mi?”
“Hayır! Yeni müdür geldiğinden beri, iki aydır hiç tören yapılmadı.”
Hademe, bir emir kuluydu… Zavallıydı! Asıl başı ezilecek olan kişi veya kişiler aranmalı, bulunmalı ve mutlaka gerekenler yapılmalıydı! Ama bir sorun vardı; kim yapacaktı?
“Müdürüne söyle; gelecek hafta, bayrak törenini seyretmeye, adli ve idari makamlarla birlikte geleceğim. Oldu mu? Sıkıysa tören yapmasın… Bayrak çekmesin bakalım!”
Yolumun üstündeki son girdiğim yer, bizim turistik oteldi. Giriş kapısının üstündeki iki metrelik demir çubuğun yarısına kadar çekilmiş bir bayrak, sanki kaderine razı bir haldeymiş gibi, sessiz sakin duruyordu.
Hızla ve sinirli bir şekilde otele girdim. Müdür dışarı çıkmıştı. Ama ön bürodaki görevli, beni tanıdığı için hemen karşılamaya geldi.
“Başınız sağ olsun!” dedim.
Genç delikanlı, hiçbir şey anlamamış gibi yüzüme baktı.
“Başınız sağ olsun!” diye tekrar ettim. “Bayrağı yarıya indirmişsiniz de!”
Zeki çocuk, ne demek istediğimi hemen anlamıştı. Kafası önünde, sessizce duruyordu.
“Bir daha olmasın… Anlaştık mı?”
“……..”
“Müdür beye selam söyle, tamam mı?”
Sonunda “Bayrak Harekâtı”nı tamamlamıştım. Bunun için, bölge sorumluluk sahamızda, yaklaşık altı saat kadar dolaşmış ve tahminen otuz kadar yeri ziyaret etmiştim. Hiç abartmadan belirtmek durumundayım ki, bu yerlerin yüzde doksanında, yukarıda örneklerini verdiğim konuşmalar aynen geçmişti. Fabrikalar, resmi kurumlar, okullar, sağlık ocakları, oteller vs. bütün bu konuşmaların geçtiği yerlerdi…
Her kurumun, kendine göre bir mazereti vardı. Kimi, müstahdem izinli demişti; kimi, tahsisat yokluğundan söz etmişti; kimi, “As demiştim, asmamış mı?” diye suçu başkasına yüklemeye kalkışmıştı. Kimisi de, tam şimdi asacaktım, diyerek ucuz bir kaçış yolu bulmuştu. Aslında bütün bunların hiçbiri mazeret olamazdı!
Ben, biraz olsun rahatlamıştım, ama yine de içimde bir burukluk kalmıştı. Bu burukluk, bugün de kendini hissettirir.
Keşke derim… Keşke, devletin bir görevlisi çıkıp da asılı olan bayrakları, hani kendiliğinden… Yani içinden gelerek bir kontrol etse, kanuna ve mevzuata aykırı olanlar için hiç olmazsa uyarı görevini yapsa, umursamaz kafaları cezalandırsa…
Keşke derim… Keşke, askerini, polisini, jandarmasını, belediye zabıtasını, mahalle muhtarlarını, hatta ve hatta normal bir vatandaşını, bu konuda doğrudan uyarı sorumluluğu ile yükümlü kılsa… Sonradan, sırf uyardı diye, dayak yeme ihtimali bulunan vatandaşını kollayıp korusa; onu, karakollarda, mahkemelerde süründürmese…
Keşke derim… Keşke, devlet büyük şehirlerin parlak görünümlerinden kendini kurtarıp, başını biraz da küçük yerlere çevirebilse… Kanun çıkarmanın dışında, uygulama ve kontrol görevini de üstlense…
Ve yine, keşke derim… Keşke, devlet kendi kurumlarında bir “Bayrak Harekâtı” başlatsa ve önce kendi, vatandaşlarına örnek olsa!
(*) Bayrağımızın korunması ve onun lâyık olduğu manevi değerinin zedelenmemesi için, daha belirli ve ayrıntılı olarak yeni bir kanunla kabul edilmesi hususu; 22.9.1983 tarih ve 2893 sayılı “Türk Bayrağı Kanunu” ile sağlanmış, geçtiğimiz günlerde de, yeniden yapılan bir düzenlemeyle, gerekli ve eksik olan hususlar, kanun maddesi haline getirilmiştir.