“Erbakan Hoca’yı hepiniz tanırsınız; uzun bir döneme adını yazdıran, radikal sağın filizlenmesinde, yeşermesinde, dal budak salıp kökleşmesinde önemli rol oynayan, Türk siyasetinde peşpeşe parti kapattırmakla ilklere imza atan ve siyasi yaşamını trilyon liralık mahkûmiyet kararı ile noktalayan ünlü siyasetçi! Biz birçok şeyi Hoca’dan öğrendik!..”
Görev yaptığımız yer, küçük bir ilçe olmasına karşın yine de doğunun geri kalmış bölgelerindeki birçok şehirden daha hareketli bir yaşantıya sahipti. Bir kere, büyük merkezlere yakındı. Otobüse atladınız mı, üç-dört saat sonra dilediğiniz şehre varabilirdiniz. İşte bu yüzden politik hareketlilik, burada daha iyi izlenebiliyordu.
Son günlerde de yaklaşmakta olan seçimler nedeniyle, iktidar ve muhalefet partilerinin sık sık gelip gittikleri bir yer haline gelmişti.
Biz, bu geliş gidişlerle halkın temel yapısında köklü bir değişiklik olacağını pek zannetmiyorduk. Bütün yanlış göstergeler, yanlış sinyaller, yine çeşitli siyasi gruplar ve onların örgütleri tarafından yukarıya aktarıldığından, ilçemiz çok kişinin akınına uğruyor; ancak alınan sinyallerin doğru olmadığı, göstergelerin öyle göstermediği anlaşılınca, bizim deneyimli ve zeki siyasetçilerimiz, yine geldikleri gibi geri dönüyorlardı.
Bugüne kadar parti liderlerinden hiçbirini, ilçemizde ağırlama şerefine nail olamamıştık.
Bu konuda, müdürüm;
“Merak etme! Kısa bir süre sonra, onlardan da gelecekler bulunacaktır,” demişti.
Gerçekten dediği gibi de oldu. Önümüzdeki günlerde Milli Selâmet Partisi başkanını ve beraberinde getireceği kurmaylarını konuk edecektik. Neler olacağını bilemiyordum. Her zaman-ki klasik programa göre; herhalde bir-iki yer ziyaret edilecek, bir yerde mutlaka kısa da olsa bir konuşma yapılacak ve büyük bir olasılıkla bir temel atma töreninin şeref konuğu olunacaktı. Temel atma töreni ayarlanmamışsa, bir siyasetçinin ziyaretinin herhangi bir anlamı olmazdı ki!
Biz, öyle özel bir görev falan yüklenmemiştik. Zaten, Ramazan ayının içerisinde olduğumuzdan, iftar saatine kadar bütün programın bitmesi gerekiyordu. Müdürümle birlikte, parti konvoyunu uzaktan izlemeyi, baştan sona programını takip etmeyi ve bu sırada kayda değer bir olayın tespiti halinde, üst makamlara aktarmayı kararlaştırmıştık.
O gün, saat on bire doğru, beklenen konvoy uzaktan görünmüş ve son hızla, beraberinde ilgili ve de bilgili kişiler olduğu halde, ilçenin içinden geçerek küçük sanayi çarşısının yapılacağı alana yönelmişti. Hızlı gitmelerinin bir gereği yoktu. Ama öndeki ana araç hızlı gidince, arkasındakiler de mecburen hızlı hareket etmek zorunda kalıyorlardı. Zaten hızlı hareket etmenin, siyah arabalara binenler ve onu takip edenler için bir em-niyet tedbirinden çok, iyi de havası oluyordu!
Altmış dükkândan oluşacak bu alanın, planlı bir şekilde, partililer tarafından çok önceden ucuza kapatıldığını, sonradan, hani tesadüfen… Küçük sanayi çarşısının o bölgede yapılma kararı alınıverince, birdenbire değer kazanarak, astronomik fiyatlarla geri satıldığını bilmiyor değildik!
Bunun ülkede birçok örnekleri yaşanmış ve çok sayıda organize sanayi bölgesinin satış kararları alınarak, ardından peş peşe temelleri atılmıştı. Atılmıştı da, ondan sonra ne olmuştu? Bir kısmının üzerinde, halen keçilerin otladığından kuşkunuz olmasın! Ha… Küçük sanayiler, organize sanayiler yapılmadı mı? Yapıldı tabii. Ama başka başka iktidar partililerinin tespit ettikleri(!) yerlere…
Bir noktada, bu gibi olaylar bizi doğrudan ilgilendirmiyordu. Bir vatandaş olarak merak duyuyorduk, o kadar! İlçemizde ortaya çıkarılan ranttan, yani değerin süper yükselişinden neden onlar da paylarını almasınlardı? Herkesten fazla Müslüman olmaları, buna bir engel oluşturmuyordu ki! Hz. Peygamberimiz (sav), “Ticaret yapınız,” diye buyurmuşlardı. Onlar da buyruk doğrultusunda hareket ediyorlardı. Artı gelir, faiz olarak tanımlanmıyordu ki, haram olsun!
Küçük sanayi çarşısının kurulacağı alanda sembolik bir temel atma töreni düzenlenmişti. Beş yüz kişiden fazla bir kalabalığın huzurunda, hayır dualar edilmiş, bu arada üç babayiğit koçun kanına girilerek, karşılığında üç küreklik temel atılmıştı…
“İnşallah, kısa sürede tamamlanır,” dedim.
“Zannetmem!” diye cevapladı müdürüm. “Devlette para yok ki! Hem, bunların hepsi göstermelik, âdetten şeyler, siyasilerin her zaman oynadıkları oyunlardan… Seçim yatırımı diyorlar!”
Üstünde durmadım… Haklı olduğunu biliyordum.
Öğle namazı vakti yaklaşıyordu. Tören alanından hep birlikte hareket edilmiş, yol kenarında sıralanan esnafın bakışları ve otomobillerin yanından koşan küçük çocukların haykırışları arasında, pazar yerindeki caminin önüne gelinmişti. Buradaki büyük alanda, hem bekleyenlere hem de kendisiyle birlikte dolaşanlara on dakikalık kısa bir konuşma yapılmış ve ezanın okunması üzerine, kürsüden inilerek topluca camiye girilivermişti.
“Müdürüm,” dedim. “Bunca insan, neden hiçbiri abdest almadan camiye girdi? Hepsi mi abdestli bunların? O kadar da yoldan geldiler, ya saatlerdir onları bekleyenler?”
“Bak,” dedi. “Şu sözü unutma; ‘İmam sana uymazsa, sen imama uy!’ Günaha girmezsin!”
Alâkasını pek anlayamamıştım, ama yine de ne olur ne olmaz;
“Olur!” diye cevap verdim.
Namaz, normal sürede eda edilmiş ve yine otomobillerin korkunç klakson sesleri arasında hareket edilmişti. Programın son bölümünde; ilçemize on iki kilometre uzaklıkta bulunan ve aynı partiden bir başka belde belediyesinin ziyaret edilmesi de vardı.
Büyük bir gürültü ile zaten fazla uzak olmayan kasabaya varılmış ve hemen karşılayıcılarla birlikte küçük belediye binasının tam karşısındaki camiye girilmişti.
“Müdürüm… Neler oluyor? Bu muhterem, daha yirmi dakika önce camiden çıkmadı mı?”
Onu, benden daha iyi tanıdığına kesinlikle emin olduğum müdürüm;
“Boş ver, fazla düşünme!” dedi.
“Ne demek yani? Öğle namazını iki kere kılıyor… İkindiye daha çok var!”
“Yahu, boş ver… Birinde farzına, diğerinde sünnetine niyet etmiştir… Hoca bu, işini bilir!”
Ancak bu sorun kafama takıldığından, inatla sorularıma devam ettim:
“Bizim camide, cemaatle birlikte on rekâtlık namazın hem farzını, hem de ilk ve son sünnetlerini kılmadı mı? Kıldı… Şimdi, buradaki namazı mükerrer olmuyor mu?”
Müdürüm dayanamayarak;
“Sen ne laf anlamaz bir çocuksun yahu? Belki, Seferî(*) olarak kalmıştır… Belki, Kaza(**) etmiştir… Belki de, Sehiv Secdesi(***) yapmak zorunda kalmıştır! Niyetini bilebilir misin? Hem, fazla mal göz mü çıkarır,” diyerek beni susturmuştu.
Artık onu izlemek içimden gelmiyordu. İnsanın, biri hakkında gazetelere yansıyan haberleri okuması başka, onu bizzat yaşaması ve olaylara tanık olması başkaydı. Maazallah, buradan ayrıldıktan sonra, bir başka yerde üçüncü kez camiye girecek olsa, artık dayanamaz isyan ederdim.
Bildiğim kadarıyla, müdürümün de bana verecek dini bilgisi herhalde kalmadığından olacak, ikimiz de susmuştuk. Temiz duyguların istismar edilmesi, bu kadar da olmazdı. Demek ki, dinin siyasete alet edilmesi yeni bir şey değildi!
(*) Oturduğu yerden 90 kilometre uzaklıkta bir yere giden yolcu, seferde sayılır ve yol boyunca, dört rekâtlı namazları iki rekât olarak kılar.
(**) Uyuyup kalan, namaz kılmayı unutan veya benzer nedenlerle namazını kılamayan kişilerin, sonradan kıldıkları namazlardır.
(***) Yanılma Secdesi’dir.