“Aylar ayları, yıllar yılları kovaladı. Sonunda o da geldi. Şark hizmeti denilince çok kişinin yüreği hop eder. Eee… Kolay değil! Doğu illerinin yoksunluk ve yoksulluğu, atanma emrini alır almaz bir kâbus gibi memurun başına çöker. Bakıyorum ki siz çok heveslisiniz… Öyleyse, hadi hayırlı olsun!..”
Tayin olmak, memur için bir gerekliliktir. Ancak, tayin olmaktan nedense herkes korkar. Her iki taraf da kendi açılarından bakıldığında haklıdırlar.
Aslında, dürüst uygulandığı takdirde tayin olunmaktan korkmaya veya çekinmeye hiç gerek yoktur. Üç-beş yıl süre ile başka bir bölgeye gidecek ve orada çalışacaksınızdır, o kadar! Çünkü size orada ihtiyaç vardır. Bu, bir tür nöbet değişimidir. Nöbetten ise, kaçılmaz!
İnsan, tayini çıktığında, yine de bir telaş ve heyecan yaşamaya başlar. Bir kere, çalıştığınız bölgeye alışmışsınızdır. Konularına, tam anlamıyla hâkimsinizdir. Üçüncü şahıslarla olan ilişkileriniz iyidir. Yetiştirdiğiniz elemanlar üzerinde emeğiniz vardır. Mesai arkadaşlarınız sizi severler, sayarlar. Onun için, onlardan ayrılmak içinizden bir türlü gelmez.
Aileler arasındaki dostluk ilişkilerinde de durum aynıdır. Ayrıca, bakkalınıza, manavınıza, kasabınıza alışmışsınızdır. Malın en iyisini, en tazesini size verirler, sizin için saklarlar. Ev düzeniniz de iyidir. Eşyalarınız yerli yerine oturmuştur. Odalar arasında karanlıkta dolaşırken bile, sağa sola çarpmadan hareket edebilirsiniz vs. vs.
İşte ben de hemen hemen beş yılını doldurmuş bir devlet memuru olarak tayin listesinde yer aldığımı duyunca, hem sevinmiş, hem de üzülmüştüm. Ayrılık, yine de kolay gelmiyordu insana! Bütün her şeyi birdenbire bırakacak, yanınıza sadece üç-beş parça ev eşyanızı ve acı-tatlı anılarınızı alabilecektiniz!
Bundan ötürü, dairede bir suskunluk yaşanıyor, müdürümün arada sırada takılmaları bile ortalığı şenlendirmeye yetmiyordu. Gideceğim yer, Güneydoğu Anadolu’nun bir sınır bölgesiydi. Şehir olmasına şehirdi de, yine de görev yaptığım ilçeden daha iyi şartlara sahip olduğunu zannetmiyordum.
Evde, eşimle birlikte eşyalarımızı toplamaya başlamıştık. Sarılacak olanları sarıyor, cam eşyaları tek tek paketliyor ve sağdan soldan temin ettiğimiz kutulara dolduruyorduk. Orada, oturacağımız evin hazır olduğu bildirilmişti, içinden yine tayinle çıkan bir arkadaşın yerine biz girecektik. Hatta ev sahibinin, evi tertemiz badana yaptırdığı ve tamir edilecek yerleri de elden geçirdiği söylenmişti. Bunlar, iyi haberlerdi…
Eşime;
“Ne düşünüyorsun?” diye sordum. “Ankara’dan bir adım uzaklaşmıştın, şimdi, üç adım birden atlıyorsun!”
“Herhangi bir tehlikeli durum yoktur, değil mi? Hani, gazetelerden okuyoruz,” diyerek, soruma soruyla karşılık verdi.
“Sana, olumlu hiçbir şey söyleyemem,” dedim. “Tabiat şartlarından tut, insanların yapısına, pahalılığa ve mal yokluğuna kadar her şey olumsuz. Bizim işler açısından da en hareketli ve en berbat bölgelerden biri. Oralarda unutulmasak bari!”
Hani, “şom ağızlı!” diye bir söz vardır ya… Sanki benim için söylenmişti. Oralardan kurtulup merkeze dönebilmemiz için, uzun yıllar geçmesi gerekecekti! Tabii, sürenin bu kadar uzun tutulmasında, 12 Eylül sonrasının olağanüstü şartlarının olduğu kadar, bölgenin kaynayan bir kazan olmasının ve yanlış yönlendirilen personel politikasının da rolü büyük olmuştu.
Doğu ve Güneydoğu’nun, ağzına kadar askeri personel ile doldurulmuş olduğunu işitiyorduk. Nereye bakılsa, en azından bir yüzbaşı ile karşılaşmanız ihtimali ağır basıyordu. Daha merkezi yerlerde ise, çeşitli rütbelerde subaydan geçilmiyordu. Belki birçoğu emekliydi, ama ne fark ederdi? Bilirsiniz… Albay, yine albay… Yarbay, ölene kadar yine yarbaydı!
Epey bir süre, eşyaları taşıyacak kamyon bulamadık. Bizim ilçenin kamyonlarının hiçbirisi, sanki sözleşmiş gibi o bölgeye gitmek istememişlerdi. Her birinin bir işi, hiç olmazsa bir bahanesi vardı… Sonunda Emniyet Amirliği kanalıyla Bölge Trafik’ten yardım istedik de, onlar, yoldan çevirdikleri gideceğimiz bölgeye ait boş bir kamyonu, altmış kilometre öteden ilçeye gönderdiler. Adam, nasıl olsa kendi memleketine gidiyordu. Boş gideceğine, ev eşyasını da götürse ne kaybederdi? Hem, üç-beş kuruş da kazancı olacaktı.
Ayrılışımız, biraz duygusal anların yaşanmasına neden oldu. Hepimiz, bayağı bayağı ağlıyorduk. Hele o askerler! Ellerimizin birini bırakıp, diğerini öpüyor ve defalarca;
“Hakkınızı helâl edin, komutanım!” diyerek, helâllik diliyorlardı.
Müdürüm bile, tam üç kez sarılmış ve sırtımı sıvazlayarak;
“Oralar buraları gibi değildir. Çok dikkatli davranmalısın. Fazla atak olma! İşler nasıl olsa yürür. Seninle bunca yıl geçirdik. Oradan, en azından bir yardımcılık kapmadan dönme!” diyerek, son nasihatlerini vermişti.
Nihayet, kamyon hareket etti. Şoför mahallinde hanım ve ben, kucağımızda bir türlü rahat durmayan çocuğumuz, yeni bölgemize doğru yola çıktık.
Yüreğimizde burukluk, gözlerimizde yine akmayan gözyaşlarımız ve üzerimizde, geçen binlerce yılın yorgunluğu vardı!