“Bazı insanların önsezileri güçlüdür; bazıları karanlıkta yürümesini iyi becerirler. Uyurken plan yapanlar, gözü açıkken rüya görenler vardır. Bu insanlar kişisel yaşamlarını sürdürmekte daha az zorluk çekseler de, kader çoktan ağlarını örmüş ve onları belirlediği çizgiye oturtmuştur. Kaderi yönlendirmek ise, fanilere tanınan bir hak değildir!..”
Üzerimdeki yorgunluk o kadar ağırdı ki, ne zaman uyuyakaldığımı bile fark edememiştim. Birkaç parça ev eşyasıyla, zaten fazla yüklü olmayan kamyonun sarsıntısı, bana beşik gibi gelmişti. Uyku halinin ne kadar sürdüğünü bilemiyorum, ama bayağı sıkıntılı anlar geçirdiğim kesindi. Kâbus gibi bir rüyaydı!
Aslında bir MİT mensubundan, nasıl bir rüya görmesi beklenebilirdi ki? El değmemiş huri kızlarını görecek halimiz yoktu ya! Bu gibi rüyalar, eskiden beri, hoca taifesinin gördüğü rüyalardandı ve onları yayına sokmak, pek olağan işlerden değildi!
Gözlerimin önünden neler geçiyordu neler… Rüyanın biri bitiyor, diğeri başlıyordu;
“Bir köşede, alabildiğine semizleşmiş zengin toprak ağaları vardı. Öyle beş-on dönüm değil, babadan oğula, kırk-elli köyü birden olan! Karşılarında da, öbek öbek toplanmış çıplak, fakir, zayıf, masum insanlar vardı. Ölesiye çalışıp köle gibi kullanılan! Bu zengin ağalar, her gördüklerinde onlara, hani bizim ‘Merhaba!’ dememiz gibi, ‘Maraba!’ diyorlardı, doğal kibarlıklarından!”
“Öte tarafta, nöbet tutan askerler vardı. Doğan Yüzbaşı örneği, kahraman, korkusuz, özverili! Karşılarında da kaçakçılar vardı. Kimisi sırtçı, yani hamal Kerim gibi… Bir çanta çay bardağı uğruna, üç kuruşluk hayatını kaybeden! Kimisi de patron. Baba olmuş. Kara, kirli maşaları ile dürüst insanlarla uğraşan!”
“Bir tarafta, bin bir keramet ehli bir Şıh vardı. Ona, Şıh Keramet de derlerdi. Gösterileriyle insanın kanını donduran! Diğer tarafta, modern bir şarlatan vardı; cinleriyle, sözde telefon bağlantısı kuran!”
“Fırat’tan Zap’a kadar, yeni türemeye başlayan silahlı militanlar vardı, PKK’lı… Büyük bir kinle, acımasız insan derisi yüzen! Öte yanda, havan topları vardı, dizi dizi, sağlam ellerde… Onları, çığlık çığlık, canlı canlı mağaralara gömen!”
“Bir tarafta, sınır kapısına sık sık gelip, el-kol hareketleriyle ‘Yallah… Yallah!’ eden bir Arap yetkili vardı, Teli Abyad’lı… Çapkın, üç karılı, bilmem neyi uçkurundan taşan! Öte tarafta, yakın bir köyde, bir Ermeni vardı… Büyükelçi ile oğlunun katili… Yanı başımıza kadar çekinmeden, sanki alay edercesine sokulan! Bizden tarafta da, onu çuvala koyup sallasırt getirmek isteyen görevlilere ‘Uluslararası ilişkilerimiz bozulur!’ diyerek izin vermeyen biri vardı. Şimdilerde sürekli hastalığından söz edilen eski bir Başbakan!”
“Bir olay vardı… Meşhur 12 Eylül! Günahıyla sevabıyla gelip geçen… Ama kurunun yanında yaşı da yakan! Yine bir olay vardı… Meşhur 12 Eylül! Kardeşi kardeşe boğazlatmaktan kurtaran!”
“Bir tarafta, çoluk çocuğuyla birlikte, en ucube yerlerde görev yaparken, memleketi için canını vereceğinden habersiz servis mensupları vardı. Pırıl pırıl, tertemiz, art niyetsiz! Diğer tarafta, içimizde bir paşa vardı, Ergun Paşa! Kirli bir insanı savunmak için, ‘Topunuzu, bir yüzbaşıya değişmem!’ derken, yüreğiyle değil ama rütbesiyle kafa tutan!”
“Ve yine, her ülkeden diplomatlar vardı. Cins cins, çeşit çeşit, at oynatan, cirit atan! Öte yanda, bir garip memur vardı. Casus avcılığı yaparken, meraklı karafatmaların hücumuna uğrayan!”
Bu böyle olmayacaktı! Daha fazla dayanamadığım için, bilerek ve isteyerek uykudan uyandım. Ter içinde kalmıştım… Bütün bu gördüklerim, acaba birer rüya mıydı, yoksa ben, bunları tek tek yaşayacak ve görecek miydim? O sırada, ortaya biri çıkıp da kulağıma; “Evet, yaşayacaksın ve hayatın boyunca da hiç unutmayacaksın,” deseydi, bana şu kadarcık bir iyiliği yapsaydı… Ben kamyonu durdurup geri çevirmez miydim?
Koyu karanlık iki tepenin arasından, birdenbire ortaya çıkıveren ay ışığında, dönüp hanıma baktım. Bizim ufaklıkla birlikte uyuyakalmıştı! Öyle de güzel uyuyorlardı ki… Uyandırmaya kıyamadım!