“İstihbaratçı dediğin gözü pek olur; yeteneklidir; göstermese bile, yeri geldiğinde o yeteneklerini sergilemekten çekinmez. Silahın her türlüsünü kullanır, attığını vurur… İki yüz adımdan yüzüğün içinden kurşun geçirir. İyi bıçak kullanır… Bunları duyunca nasıl da şiştiniz, kabardınız ama? Siz siz olun, kendinizi sınamak istediğinizde en azından önce bir tavuk, bir hindi kesin. Yine de dikkat edin, anaç tavuk ya da baba hindilerden olmasın!..”
Günler birbirini kovalamış, zaman bir yılı daha geride bırakmış, yeni bir yıl için kapı aralanmıştı. Birkaç gün sonra, kapı ardına kadar açılacak ve özlemi duyulan yeni bir yıl, “Bakın işte… Ben geldim!” diyerek içeriye girecekti.
Kaç yıldır, çeşitli nedenlerden dolayı, bir türlü gerçekleştiremediğimiz yılbaşı kutlamasını, bu yıl mutlaka gerçekleştirmek istiyorduk. Hatta bu konuda eşime garanti bile vermiştim. Kurmay Başkanı’ndan sağlanan torpille, askeri garnizonun düzenlediği eğlencelere katılabilirdik, ama biz bu kutlamayı baş başa, kendi aramızda yapmayı yeğlemiştik.
Hanıma, çok önceden büyük bir hindi sözü vermiş ve bu sözle hem onu, hem de kendimi şartlandırmıştım. Hay vermez olaydım! Kaç gündür çarşı-pazar dolaşıyor, cadde-sokak geziyor, dört bir tarafa bakıyor, ancak en ufak bir hindi sürüsüne dahi rastlayamıyordum. Zaten yılbaşından yılbaşına hatırlanıp pazara çıkarılan bu garip hayvanın köküne, sanki kıran girmişti!
Böyle, gerçekleştirilmesi kolay olmayacak bir sözü verdiğim için, durup durup kendime kızıyordum. Ne vardı sanki hindi sözü verecek? Marketten ya da kantinden bir tane besili tavuk alır, hem suyuna çorba yapar, hem de etini pilav üstü yerdik. Bize yeter de artardı bile! Üstelik kesme ve temizleme derdi de olmazdı!
Artık, şehir sokaklarında döne dolaşa hindi aramaya başlamıştım. Böyle özel günlerde, köşe başlarında her zaman görmeye alıştığımız, birdenbire ortaya çıkıveren sokak satıcıları bile ortadan yok olmuşlardı. Sanki herkes hemfikir olmuş, bize bu yılbaşı yemeğini yedirmeme kararı almıştı. Hani, sokak aralarından geçerken gözüme bir ev hindisi falan çarpacak olsa, sahibine parası neyse ödeyecek ve hemen kaptığım gibi götürecektim; ama yoktu işte!
Bir ara, hindinin yerine başka bir hayvanı; örneğin, tavus kuşunu falan yutturabilir miyim diye de düşündüm! Tavus kuşu hemen hemen her yerde rastladığımız, isteyen herkes tarafından yetiştirilebilen bir hayvandı. Gerçi, süs için mi yetiştirildiğini, yoksa o güzel sesi için mi beslendiğini ya da etinin yenip yenmediğini bile bilmiyordum, ama çaresiz kaldığım için, yine de denemeye değer diye düşünmüştüm…
Tavus kuşunun erkeği çok farklı da olsa, dişisinin vücut ölçüleri hindiye tıpatıp uyuyordu. Tüyleri yolunduktan ve güzelce temizlendikten sonra, onu kimsenin tanımayacağına kalıbımı basardım!
Yalnız bir tehlike vardı; en az bir geceyi bizim evin bodrum katında geçirecek olan tavus kuşunun, gece yarısı bir de bağıracağı tutarsa, bunu eşime nasıl izah edebilirdim? Dünyaya geldiği andan beri, durmaksızın “Glu… glu…” çeken bir hindinin, durup dururken birdenbire “Gaayk!” ya da ne bileyim “Guyk!” diye bağırmasını;
“Merak etme hanım! Biraz nezle olmuş, kesilince geçer,” diye anlatamazdım ya! İşte bu yüzden, tavus kuşu çözümünden zorunlu olarak vazgeçerek, tekrar hindi aramaya başlamak zorunda kaldım…
Şehir sokaklarında hayaller kurarak, yerde dolaşan tavukları, hatta havada uçuşan güvercinleri birer hindi gibi göre göre dolaşmış, ancak yine başarılı olamamıştım. Bacaklarımda derman kalmamıştı. Adım atacak halim yoktu. Ümidimi kesmiş eve doğru giderken, küçük bahçe duvarının arkasına saklanmış bir evin kapısından yaşlı bir adamın çıktığını gördüm.
Gözlerime inanamıyordum! Adamın iki koltuğunda iki hindi vardı. Hem de en baba’sından!
Yorgunluğumu falan unutmuştum. Bir ceylan gibi seğirttim ve adamın önünü keserek;
“Selamünaleyküm!” dedim ve ardından hiç vakit kaybetmeden sordum;
“Nereye böyle baba… Pazara mı?”
“He gurban… Pazara giderem!”
“Nasıl… Hindiler satılık mı?”
“He ya! Siye mi gerek?”
“Verirsen birini almak isterim!”
“Ne dimek… Emrin olur gurban!”
Çok geçmeden ben de koltuğumda bir baba hindi ile evin yolunu tutmuş bulunuyordum.
Bu arada da kendi kendime;
“Yahu, ben herhalde Allah’ın iyi bir kulu imişim ki, yolumun üstüne bu ihtiyar adamı çıkardı! Kul sıkışmayınca Hızır yetişmezmiş, derler ya… Yoksa bu adam, Hızır (a.s.) falan olmasın? Zaten bölge peygamberler diyarı… Olur mu, olur!” diye söyleniyor, bir yandan da şimdi bu zavallı hindinin kanına nasıl gireceğimi düşünüyordum!
Ertesi gün, yılın son günüydü ve biz, o gün öğleden sonra gecenin hazırlıklarına başlamıştık. Gerçi, daha önce birçok kez tavuk kesmiş, ava gittiğimiz zamanlar kısmetimize düşen hayvanlarla haşır neşir olmuştum, ama bu işi bir baba hindi ile hiç yapmamıştım! Gözüme de oldukça büyük görünüyordu hani!
Bizim hindi ise, bir yandan ağırbaşlılığını koruyor, bir yandan da çevresinde erkek veya dişi hiçbir canlı mahlûkat olmamasına karşın, yine de durup durup “Var mı bana yan bakan?” dercesine kabarıyordu. Bu kabarma işini, kime ve niçin yapıyordu bilmiyordum. Herhalde, onun doğal yapısının bir gereğiydi!
“Dikkat et… Tüylerini vücudu sıcakken yolacaksın! İyice temizle bak… Bir daha bana iş çıkarma!”
Zaten hayvanı kesene kadar canım çıkmıştı… Şimdi de bizim hanım, yukarıdan talimat veriyordu. Yahu kardeşim, elimdeki bir baba hindi… Tüyleri öyle çabucak yolunmaz ki!
Artık hızımı arttırmış, son sürat çalışıyordum. Elim, kolum, yüzüm, üstüm başım… Her tarafım tüy içinde kalmıştı. Mübarek hayvan, kabarma seansları sırasında bu kadar tüyü nasıl harekete geçiriyordu? Pes vallahi!
Neyse, yemekler çok nefis olmuş, gece de güzel geçmişti. Çektiğim bunca zahmeti başından beri izleyen ve durumuma acıyan eşim, o kadar da ısrarlı olmama rağmen, yine de hindinin etinden istediğim kadar yememe izin vermemişti…
Ciddi miydi, yoksa gülüyor muydu, pek anlayamamıştım ama;
“Bak sonra karışmam, kabarırsın!” diyordu. “Kollarını aça aça yürümene… Göğsünü şişirerek dolaşmana belki tahammül edebilirim, ama arada bir de olsa, durup durup “Glu… Glu…” diye sesler çıkarmana… Hele hele, kıçını titretmene hiç dayanamam doğrusu!..”