“Acının insan hayatında önemli bir yeri vardır. Çevrenize şöyle bir göz gezdirecek olursanız, duygusal acı çeken insanı da görürsünüz, duyusal acı çekenini de! Acıyı çeken bilir derler… Doğrudur, ama acının tarif edilemeyecek çekiciliği de inkâr edilemez. Öyle olmasaydı, garsonlar hiç ‘Bol acılı iki lahmacun çek!’ diye bağırırlar mıydı?..”
Söz acıdan açılmışken, birkaç cümleyle de olsun, anılarımın arasına takılıveren, acılı bir bölgenin acıları hakkındaki düşüncelerimi de söylemek isterim. Hep gergedan öyküleri anlatmak gerekmiyor değil mi? Böylelikle, bir bakıma sizi de rahatlatmış olurum.
Her insanın, çocukluk günlerine rastlayan dönemlerinde büyüklerinden sık sık işittiği, “Bak! Yaramazlık yaparsan ağzına acı biber sürerim ha!” sözünün yarattığı korku havası içerisinde büyüdüğü ve bu korkuyu da doğal olarak ileriki yaşlara taşıdığı bilinen gerçeklerdendir.
İşte sırf buna benzer tehditlerden etkilenip, bilinçaltının da dayatmasıyla hâlâ acı bir şeyler yemekten çekinen koskoca insanların sayısı inanın hiç de az değildir…
O yıllar, acının, kuvvetli bir şekilde Güneydoğu Anadolu halkını nasıl etkilemiş olduğunu, acılı insanlar arasında yaşaya yaşaya hepimiz öğrenmiştik.
Gerçi duyumsadığımız diğer acılar, biber acısının yanında her ne kadar devede kulak boyutlarındaysa da, yörenin baştanbaşa acıyla yoğrulmakta olduğunu her geçen gün, her geçen dakika artan bir yoğunlukta bizler de görebiliyorduk.
Devletin uzun süre el atmadığı, özel sektörün ise yıllardır hiç mi hiç yanaşmak istemediği bu topraklar, günü geldiğinde mutlaka arzu edilen düzeye getirilecekti, ama bilindiği gibi Türkiye’de saatler, ne yazık ki “İşveren Saati” gibi çok yavaş işliyor, beklenilen o mutlu gün bir türlü gelmek bilmiyordu.
Bölge, uzun süredir biber acısı gibi acı çekiyor ya da bir başka deyişle, ne ekersen onu biçersin misali, acı ile yoğrulmuş bu topraklarda yetiştirilen biber de acı oluyordu, insanların biber acısına dayanmaları bir noktada mümkün oluyorsa da, diğer acılara katlanmaları çok daha zor geliyordu.
Biber acısı da, bir başka acıydı canım. Bizim ona alışmamız oldukça uzun bir zaman almışsa da, işin garibi, o zamanlar okul çağına yaklaşmış bulunan bizim ufaklık –böyle dediğim için hâlâ bana çok kızıyor– içimizden acıya en çabuk uyum sağlayanımız olmuştu. Seviyordu acıyı kerata…
Mevsimi geldiğinde, kurutulmak veya salça yapılmak üzere yerlere serilen biber yaygıları arasında dolaşıyor, toza toprağa, sineğe böceğe aldırmadan, yavaş yavaş oluşan bu acılar dünyasının en büyük ve en meraklı izleyicisi oluyordu.
Bir kere konu komşu tarafından evlerde hasırlanıp pişirilmek üzere mahalle fırınlarına gönderilen Balcan Kebap(*) ile lahmacun tepsilerinin gönüllü refakatçisiydi. Geri döndüğünde, refakat ücretini nakden değil, ama mutlak surette malen talep ve tahsil ediyordu.
Hani laf aramızda; gerçek ölçülere uyularak, kaytarılmadan, sulandırılmadan itina ile hazırlanmış birbirinden nefis yöresel yemeklerin arasından, İbrahim Tatlıses kardeşimizin neden sadece lahmacun zevkini büyük şehirlerimize taşıdığını hâlen merak eder dururum. Bence, bu hususu oturup biraz daha düşünmeli ve mönüyü biraz daha zenginleştirmeli…
Eve konuk olan her misafire, geleneksel alışkanlık gereği ikram edilmekten kaçınılmayan, hani şu Japonların çay seremonilerini andıran bir ciddiyet ve ağırlıkta –ki yorgunluğu çok daha fazla olmak üzere– hazırlanıp sunulan çiğköftenin, ta Hazreti İbrahim ve zalim kral Nemrud zamanlarına dayandırılan efsanevi öyküsünü dinlemek, bu arada bir taraftan atıştırırken, diğer taraftan yaşı altmışın üzerinde olmasına rağmen yanık sesli bir “Sıra Gecesi” solistinin acılı bağrından kopmuş bir ezgiye kulak kabartmak, insana güzel ve değişik bir hava veriyorsa da, yine de yüreklerde duyulan gerçek acıyı bir türlü yok edemiyordu.
Bizim bulunduğumuz şehirden çok daha kötü durumda olan başka yerler de vardı, hâlen de var… Bunların sayısı hiç de az değil! Daha geçen sene, televizyon ekranlarına çöplükten ekmek ve yiyecek maddesi toplayan çocukların görüntüleri getirildiğinde, birçok kişinin –ki böyle bir manzarayı belki de ilk kez televizyonda görüyorlardı– gözleri faltaşı gibi açıldı.
Şimdi size;
“Yirmi birinci yüzyıla girdik beyler, yani bir başka deyimle Milenyum çağına! Bizlere daha ne kadar bu acı görüntüleri seyrettireceksiniz? Temsil sözü vererek gittikleri milletin meclisinin duvarlarını çiğköfteyle kirletenler, bu konuda ne düşünüyorlar acaba?” diye sorsam, biliyorum ki bana, hiçbir şey düşünmediklerini söyleyeceksiniz.
Arada bir, sorumluluk sahibi birkaç gerçek milletvekilinin hazırladığı veya bilmem ne kurulunun görüşüp, tavsiye niteliğinde ortaya sürdüğü birkaç kanun tasarısı da olmasa, geride bir şey yok… Hep dedim, dedik!
Bir de son günlerde, Avrupa Birliği için adaylık konusunu, pardon tam üyelik konusunu(**) aldılar ellerine… Bozup yapsınlar, yapıp bozsunlar da oynasınlar biraz!
Bazen, bizleri uzaylılar mı idare ediyor diye aklıma da gelmiyor değil! Bir fırsatını bulsam Mustafa Topaloğlu’na soracağım, ama o da her bir soruya “Ben bir düşüneyim, on dakika sonra cevap veririm,” diyor. Olmuyor!
Acıya, insanlar kadar yörenin hayvanları da alışmış durumda…
Birden hatırladım… Liseye giderken bir köpeğim vardı. Adı da “Çakal”dı. Sokaktan bulup getirmiştim. Eve yerleştikten sonra, çok geçmeden “sonradan görme” oluvermişti kerata! Buradaki köpekler, kediler, tavuklar, hatta gökyüzünü zaman zaman dolduran güvercinler ise öyle değil… Önlerine dökülen yemek artıklarını, ne kadar acı olursa olsun götürüyorlar; tabii, önlerine dökülecek artık kalırsa!
Bundan da şu anlaşılıyor; demek ki, hayvanların hali de perişan, tıpkı insanlar gibi! Ne zaman bitecek dersiniz bu çile? Tam üye statüsüne kavuşmakla mı? Hadi canım, kendimizi kandırmayalım ya da birileri bizi kandırmasın!
Şöyle geride bıraktığımız sürece bir bakın… Kaç sene geçmiş aradan? İnanın, gerçek anlamda bir o kadar, hatta daha fazlasını da geçirme ihtimalimiz mevcut…
Baksanıza aç kurtlar gibi nasıl da bekliyorlar. Hadi, onları kırmayıp sayısız ödünler vererek, on beş-yirmi yıl sonra Avrupa Topluluğu’na tam üye olduk diyelim! Çöplüklerden geçinen bu insanların durumlarında bir değişiklik olacak mı? Durmaksızın batının, artık kilidi pas tutmuş kapılarını açmaya çalışıp duruyoruz. İyi güzel de, bu arada doğuyu, güneydoğuyu hepten unutuyoruz!
Kendini sorumlu hisseden beyler, zahmet edip yerinizden doğrulun ve yıllardır kapalı duran bazı kapıları hiç olmazsa aralayıverin biraz.
Ne o, çok yediğiniz için kalkamıyorsunuz değil mi? Eee, ben size söylemiştim. Yörenin yemekleri güzel diye… Ne vardı bu kadar yiyecek?
Aman boş verin, çivi çiviyi söker diyorlar, lahmacunun da acılara iyi geldiğini söylüyorlar! Onun için;
“Çek bir acılı, İbrahim Usta!”
(*) Balcan kebap; domates, biber, patlıcan ve kıyma ile hazırlanan, fırında pişirilip lavaşla dürüm yapılarak yenilen, bu yörenin nefis bir yemeğidir.
(**) Bilindiği gibi Türkiye, 1963 yılında imzalanan Ankara antlaşması ile ortak üyelik konusunda ilk adımını atmış, 1987 yılında da tam üyelik için resmen başvuruda bulunmuştu. Sene 2007… O da bitiyor. 2015 yılının konuşulduğu bu kapıda, daha ne kadar bekleyeceğiz bilemiyorum! (Not: Sene 2019… Hâlâ bekliyoruz!..)