“Kuş deyip geçmeyin; ne cinsleri varmış! Bunları can sıkıntısından, boş geçen zamanlarımda etüt ettiğimi size itiraf etmem gerek. Kuş boku kadar fayda mı sağladı, diye sakın düşünmeyin; altından neler çıktı neler? Hele içlerinde iki kara kuru karga var ki, canıma okudular valla!..”
Günlerim tam anlamıyla bomboş geçiyor. Hiçbir şey yaptığım yok. Saat yedi civarında kalkıyor ve uyku sersemi nereye gittiğimi bilemeden evin içinde dolaşıyorum. Tuvalet, banyo; ardından, burnum beni gideceğim yere, yani mutfağa doğru yönlendiriyor. Çünkü oradan nefis kokular yükseliyor…
Şazi, “Çay iççen?” diye soruyor. Onun soruş tarzı bu… Artık iyice öğrendim. Durumumun onu rahatsız ettiği belli… Benim için üzülüyor. Etrafımda pervane oluyor, ama şüphesiz kendi özel işleri de var…
“Bugün kütüphaneye varcam, istediğin bir kitap olursa alayım sana?” diyor.
İyi olur da, ne kitabı isteyebilirim ki? Birden aklıma geliveriyor;
“Bana ‘kuşlar’la ilgili bir kitap bulabilir misin, Şazi?” diye soruyorum.
“Napcan kuşları?” diye sormuyor. “Bakayım,” diyor. Arka bahçede yaşayan onlarca çeşit kuşun benim ilgimi çektiğini, onları nasıl incelediğimi biliyor. Dedik ya “Akıllı karı” diye… Namına toz kondurtmuyor.
Öğleden sonra elinde, “Kuşlar Âleminin İlginç Dünyası” isimli küçük bir kitapla geri dönüyor. Kitabı uzatırken, benim için bir şeyi yerine getirmiş olmanın mutluluğu gözlerinden okunuyor.
Kitabı alır almaz, hemen hazır çay suyunu da alarak bahçeye çıkıyorum. Masanın üzerinde, porselen bir kâse içerisinde sıralanmış çay poşetlerini şöyle bir gözden geçiriyorum. Eh! Bugünlük yeter!
Arka taraftaki faaliyet son süratle devam ediyor; gelenler, gidenler… Uçanlar, kaçanlar, konanlar… Her taraf kuş dolu! Burası onlar için sanki özel bir mekân, bir meclis… Kuş meclisi! Evet, evet… Kuş meclisi!
Konuşmalar, cıvıldaşmalar, küfürleşmeler gırla gidiyor. Her şey tamam da, bir tek yumruk atmak, tekme savurmak yok! Gagalama ise serbest!
Sonuçta, “Bakalım kitapta neler var?” diyerek, sayfalarını karıştırmaya başlıyorum. İlk dikkatimi çeken şey, bol bol resim… Rengârenk kuş kafaları, gaga, kanat, kuyruk çizimleri… Aralarına serpiştirilmiş o kadar az yazı var ki… Hep dipnotlarla geçiştirilmiş…
En başta, büyük puntolarla atılmış bir başlık: “Bu kitapta, kuşlar âleminin birçok bilinmeyenine şahit olacak, yaşamlarının insan yaşamıyla nasıl benzerlik gösterdiğini hayretler içinde kalarak okuyacaksınız.”
İyi, hadi okuyalım bakalım… Bir bu eksikti. Bakalım kuşların bize benzer ne gibi özellikleri varmış, çok meraklandım doğrusu:
“Güney Amerika’da, Venezuela ile İngiliz Guyanası’nda yaşayan ve ora yerlilerinin kendisine ‘Hoatzin’ dedikleri dört ayaklı bir kuş varmış… Bu kuş, bir ağacın üstüne uçarak çıkabildiği halde, yürüyerek çıkmayı tercih edermiş. Ayaklarını saran keskin pençeleri, ona bir maymun çevikliği verirmiş…”
Bak bu kuş iyiymiş. İşin kolayına kaçmadan, ulaşmak istediği yüksekliklere, öyle uçarak, tepeden konarak, onun bunun koltuklamasıyla değil, yavaş yavaş, adım adım yükselerek varıyormuş. Helâl olsun! Yine de merak ettim; acaba bu kuş aynı yükseklikten aşağıya yine yürüyerek mi iniyormuş? Hem nasıl olup da dört ayaklı olmuş? Herhalde, memleketim insanı gibi yerlerde sürüne sürüne giderken, kanatlarını da birer ayak gibi kullanabileceğini öğrenmiş…
“Hindistan’da, ağaç liflerini birbirine diktiği için adına ‘Terzi Kuşu’ denilen bir kuş cinsi varmış. Gagasını iğne yerine kullanır, malzemelerini de muhtelif bitki ve özellikle Hindistan Cevizi liflerinden seçermiş. Ancak bu terzilikten maksat, tabii ki yazlık elbise dikmek değil, kendisine güzel bir yuva hazırlamakmış…”
Aman kuşum! Sen kendi başına yuvanı hazırlamaya devam et. Başkasına, hele de “Gelin, yuvanızı yapalım,” diyenlere itibar etme! Biraz uğraşacaksın, ama değer… Bak bize; bugüne kadar kaç tane yuva teklif eden oldu da biz kabul etmedik. Neme lâzım! Ancak, Veli Göçer gibi namuslu(!) bir müteahhide rastlarsan o başka…
“Mavi Balıkçıl kuşu ise, pek kibirli bir hayvanmış. Orta parmağında bir nevi tarak taşır ve bununla ikide birde kendisini tarar, sürekli tuvaletini tazelermiş. Tüylerinin düzeni bir an için bozulsa bile, onu düzeltmeden rahat etmez, şuradan şuraya gitmezmiş…”
Hah… İşte bu kuş, bizim her gün televizyonlarda ya da kameraların üstlerine yoğunlaştığı her türlü toplu mekânlarda boy gösteren süs güzellerine benziyor. Durmaksızın orasını burasını düzelten, alt tarafını sözde kapamaya çalışırken, balkon kapılarını açan o boya küpü güzeller var ya… Aynen onlar gibi… Yine de haklarını yemek doğru olmaz değil mi? İçlerinden ne mankenler, ne oyuncular, ne sanatkârlar… Ne bileyim, neler neler çıkıyor… Genlerinde var mübareklerin!
“Ayakları yüzgeç şeklinde bulunan kuşların en küçüğü ‘Fırtına Kırlangıcı’ denilen bir kuşmuş. Sadece birkaç santimetre kadar suyun içine batan ayaklarıyla suyun üzerinde yürüyebiliyormuş… Dengesini bulmak için ise, kanatlarını kullanıyormuş… Ama en büyük özelliği, bir senede 27 milyon adet küçük balığı midesine indirmesiymiş…”
Tövbe tövbe… Hadi kuşun marifetlerini anladık da, yirmi yedi milyon balığı midesine indirdiğini oturup tek tek sayan adamın bu işi nasıl başardığını bir türlü anlayamadık. Bilmem nerende pervane mi takılıydı be adam, bir sene boyunca kuşun peşinden koştun? Ya da, hiç işin gücün yok muydu da, tam yirmi yedi milyona kadar saydın? Salak adam ne olacak…
“Bir çift çalı kuşunun, on beş saat içerisinde, yuvalarındaki aç yavrularına, tam 1217 kez yiyecek getirdikleri bir İngiliz bilim adamı tarafından tespit edilmiş…”
Al bir aptal daha!.. Vardır böyleleri ama… Özel kuş gözetleme kulelerine tünerler, sabahtan akşama kadar, sağ gözleri dürbünde, sol gözleri ise not defterinde olmak üzere sayar dururlar. Bu kuş gözetleyicilerinin, her iki gözü arasında en az yirmi derece fark vardır; ölçüldüğü takdirde değerleri, biri 15 derece miyop, öteki 5 derece hipermetrop çıkar… Bir gözü kucağında oturan kediyi görmez, diğeri okyanustaki gemiye el sallar…
“Bir cins orman baykuşu varmış ki, önüne çıkan farelerin tümünü, çok sayıda olmalarına bakmaksızın peş peşe yutmasıyla meşhurmuş… Hatta bazen, son yuttuğu farenin kuyruğu dışarıda kalır ve baykuşun gagasının yanından sarkarmış. Kuşun kursağındaki gıdalar bir taraftan hazm oldukça, farenin kuyruğu da yavaş yavaş içeri girermiş…”
Diyecek bir şey yok… Hiçbir şey yok! Tam bizim lüpçü, hortumcu insanımızın yaşam biçimiyle örtüşen güzel bir örnek! Onlara insan demek gerekmez ya… Bilirsiniz, bu gibiler asla doymazlar. Onların karnı da doymaz, gözü de… Ne versen lüüpp!
“Yine Hindistan’da yaşayan ‘Baya Kuşu’, yuvasına sürekli ateş böceği cinsinden, tabiatta doğal ışık veren böceklerden taşır ve oradan başka bir yere gitmemelerine dikkat edermiş…”
Ne yapsın garibim? Orman hükümetinin sürekli elektriğe yaptığı zamlar karşısında ne yapacağını şaşırınca, o da böyle bir tedbire başvurmuş… Gazsız lamba!
“Bir cins ‘Çin Kırlangıcı’ varmış ki, yuva yapmak için getirdiği çalı çırpının üzerine tükürürmüş. Hava ile temas eden bu tükürük, mükemmel bir çimento görevini görür, yuvanın inşaatında kullanılan malzemeyi sıkıca birbirine yapıştırırmış. Çinliler, bu yuvalardan pek tatlı bir yemek yapar ya da küçük parçalar halinde çorbalarına katarlarmış. Tükürükçü kırlangıcın yuvasından yapılan bu yemekler, bir Çin pilavı kadar meşhurmuş…”
İyi de… Bizim halkımız bu usule o kadar yabancı değil ki! Bir tarafımız “Hakkk,” deyip tükürenlerle, diğer tarafımız “Yarabbi şükür,” diyenlerle dolu… İkisi de birbirine öyle güzel uyum sağlamışlar ki, yarım yüzyıldır geçinip gidiyorlar işte…
Eee… Her şey güzel de, bu kitapta, arka bahçede bulunan kuşlardan hiç örnek verilmemiş ki… Ta bilmem nerelerde yaşayan, on yıl düşünüp kırk yıl arasam bulamayacağım, göremeyeceğim birtakım cins kuşları anlatıyor. Bana ise burası, bu bahçedeki kuşlar lâzım, değil mi?
Bakın şu serçelere; top gibi vücutları, kocaman kafaları, minicik kanatlarıyla, zıp orda zıp buradalar. Öyle hareketli, öyle çevikler ki, örneğin, güvercinlerin önüne biraz yem atsam, onlar kıpırdayana kadar, sağdan soldan gelip yemi kapıveriyorlar… Sonra pıırr!
Herhalde bunlar, meclisin fırsatçı kesimini oluşturan grup… Önlerine çıkan her fırsatta bir şeyler kapmaya çalışıyorlar. Cıvıl cıvıllar… Neşeli ötüşlerinin arasında bazen kavgaya tutuşmuyorlar değil… Ama olsun, yine de tahammül edilebilir yaratıklar.
Güvercinler ise öyle değil… Eski günlerindeki kıvraklıklarından eser kalmamış. Vücutları da, beyinleri de hantallaşmış… Zor hareket ediyorlar… Aynı bizim sosyal demokratlar gibi, çoğunun rengi bile değişmiş… Eski ak güvercinler, şimdi kara, kapkara güvercinler olmuş.
Hani eskiden baca temizleyicisi çocuklar vardı ya… İncecik bedenleriyle bacaların içine girerler, çıktıklarında ise, anneleri bile onları tanıyamazdı. İşte aynen öyleler! Üzerlerinde yoğun bir kurum bulaşığı var.
Garaj çatısının bir köşesine yuva yapan kumrular, güvercinlerin bir alt kesimini oluşturan kuşlar… Halleri perişan zavallıların… Bütün gün, ya karınlarının guruldamasını bastırmaya çalışıyorlar ya da bu durumdan kurtulmak için dua ediyorlar. Çıkardıkları sürekli sesin sebebi bu…
Bahçede “Sığırcık” diye tanımlanan, bizim oralarda ise kendisine ne hikmetse “Karabakkal” denilen kuşlar da eksik değil… Ama Allah için çalışkan yaratıklar. Sürü halinde geziyorlar ve nereye çökerlerse orasını darmadağın ediyorlar. Onlarda, öyle hazıra konmak gibi bir alışkanlık yok… Ekmeklerini taştan çıkaran birer amele gibiler…
Daha ötede, komşu evin tahta duvarının üstüne konmuş bir saksağan, epey bir müddettir kuyruğunu sallıyor, sonra çekip gidiyor. Belli ki, bu kadar kalabalık arasında yalnız kalacağını düşünüyor. Anlayacağınız, meclisin bağımsız milletvekili…
Kayısı ağacının dalları arasında, bir görünüp bir kaybolan birkaç değişik kuş, ortalığın biraz sakinleşmesini, tenhalaşmasını bekliyor.
Havadaki kırlangıçların ise, meclise gelmeye hiç niyetleri yok! Okulu asan lise talebeleri gibi, kendi gönüllerince eğleniyorlar…
Küçük bacanın kenarından kafasını uzatan bir gece kuşu, havanın iyice kararmasını bekliyor…
Ancak hepsinden öte, Şazi’nin bahçenin bir köşesine attığı eski bir koltuğun üstünde, sürekli tüneyen iki kara kuru karga var ki, benim bütün dikkatimi onlar çekiyor. Birlikte oturduklarından, bir aile olduklarını tahmin etmek kolay oluyorsa da, dişisini erkeğinden ayırmakta insan zorlanıyor.
Orada öylece durup, bahçedeki karmaşaya bakıyorlar. Hemcinslerinin, iki lokma yiyecek uğruna düştükleri durumları, giriştikleri çabaları, verdikleri uğraşları umursamadan seyrediyorlar. Ne zamandır süregelen bu kavga, onları hiç mi hiç ilgilendirmiyor. Bahçenin gün geçtikçe bitip tükenmesine aldırmıyorlar bile…
Ara sıra da olsa, biri şöyle azıcık bir kıpırdasa, –hani şu, koltuğun sağ tarafında oturanı– öbürü hemen yetişiyor; “Gak…” diye bağırıyor… Bu “Gak!” diye bağıranı herhalde dişisi. Ötekinin sesi ise, oldukça zayıf çıkıyor: “Gık!”
Tabii ben, onların ne demek istediklerini pek anlayamadığım için tercüman olamıyorum. O sırada bahçeye, elinde çay fincanı olduğu halde Şazi geliyor:
“Sevdin onları?” diye soruyor.
“Şu ikisini,” diyorum, kargaları göstererek. “En çok onları sevdim. Bahçenin en sessiz, en sakin kuşları onlar!”
O esnada, sanki sözlerimi tasdik edercesine, kargalardan biri bağırıyor:
“Gak!”
Dönüp bakıyorum… Ardından, öbürünün sesi her zamanki gibi çıkıyor:
“Gık!”