“Her değişik sonucun gerisinde, değişmeyen bir gerçek vardır!”
TÜRKİYE-Diyarbakır, Saat 11.00
Doğan, arabasını Vilayet Konağı’nın arka sokaklarından birine park ettikten sonra, yürüyerek Ofis Caddesi’ne çıktı. Bir buçuk saattir düşüncelerini sürekli meşgul eden varsayımlar tablosunu son defa gözden geçirmek istedi. Kendisini ne diye çağırmış olabilirlerdi? Gerçi, Beş Numara tarafından sık sık görüşmeye çağrılır ve kendisine özel görevler verilirdi, ama içinden bir his, bu kez yapılan çağrının ardında çok önemli gelişmelerin olduğunu fısıldar gibiydi.
“Her neyse, bunun yanıtını az sonra alacağım,” dedi.
Parkın birkaç adım ötesinde, tel örgülerle çevrili, dört bir köşesinde silahlı askerlerin nöbet beklediği yüksek bir binanın önüne geldiğinde, kamera tarafından çoktan görüntülenip tanımlanmış olacak ki, büyük demir kapı kendiliğinden açıldı.
Sık ağaçların gölgelediği bahçede, nöbetçilerden ve kapı görevlisinden başka kimse yoktu. Binanın dış merdivenlerini alışık bir tavırla tırmandı. Kapıyı açarak içeri girdi. Klimaların sürekli çalışması nedeniyle, sanki kuzey kutbundaymış gibi soğuk bir havanın hâkim olduğu koridor boyunca yürüdü. Meslektaşlarından birçoğu, günlük işleriyle meşgul görünüyordu. Sanki ölünceye kadar koltukta oturma cezasına çarptırılmış gibiydiler.
“Görünüşe bakılırsa, hiçbiri halinden memnun değil galiba… Sürekli masa başında oturup kalmak… Ben olsam delirirdim,” diye düşündü.
Ön büronun kapısında nöbet tutan sivil görevlinin hazır ola geçip kapıyı açmasıyla, beklendiğini anladı, içeri girdi.
Kendisine;
“Ooo, kimler gelmiş, kimler gelmiş? Nerelerdesiniz kaç zamandır Doğan Bey?” diye seslenen adamın, klasik karşılayış tarzına biraz bozuldu.
“Beni her seferinde böyle karşılıyor. Başka bir şey bilmez mi bu adam?” diye düşündü.
Ona, “Çilli” adını takmışlardı. Tabii gerçek adı bu değildi. Kızılımsı kıvırcık saçları bulunan ve beyaza çalan yüzü yoğun çillerle kaplı, tipik bir adamdı. Orta boyluydu, hattâ kısa boylu olduğu bile söylenebilirdi. Takma ad kullanmanın hem gerekli ve hem de hastalık halini aldığı bu işyerinde, binlerce özel ad dururken, mesai arkadaşlarının neden kendisine “Çilli” adını uygun gördüklerini bir türlü kabullenememişti.
Doğan;
“Beni çağırdınız, işte geldim! Ne var, neler oluyor Çilli?” diye sordu.
“Ben mi çağırmışım… Yoo… Hem, ne yapacağım ben seni?” diye karşılık verdi Çilli. “Benim bir işime yaramazsın ki! Fakat, Beş Numara sensiz yapamıyor her nedense… Yeni bir görev alıp gittiğinde, sana bu işi verdiğinden dolayı çok üzüntü duyuyor, meraklanıyor… Sağa sola bütün gün hep seni sorup duruyor. Onun nazarında hiç kimse senin yerini dolduramıyor da ondan herhalde… Bundan gurur duymalısın! Şu anda da seni özlemiş durumda. Sen yanındayken içeri kimsenin alınmaması talimatını verdi, tabii ben hariç!”
Çilli, zeki olduğu kadar hazırcevap, hazırcevap olduğu kadar da geveze adamın biriydi. Ama iyi adamdı. Bu iltifatları da, sanki kapının arkasında beklemekte olan sürpriz bir olayın detaylarını anlatır gibi, gayet doğal bir tavırla aktarıyordu.
Doğan, anladığını belli edercesine hafifçe gülümsedi. Demek, kapının arkasında yeni bir görev kendisini bekliyordu. Çilli, her zamanki gibi keskin bir bakışla baktı yüzüne. Sonra, içeriye geçmesi için başıyla işaret etti.
Bir an için ortalığa derin bir sessizlik egemen oldu. Klimaların oluşturduğu serin havada, kanatlarını ısıtacak sıcak bir yer arayan besili bir karasineğin vızıltısından başka bir ses duyulmuyordu.
Çilli;
“Eee, ne duruyorsun, girsene,” diyerek, bu sessizliği bozdu.
Doğan, şimdi, üzerinde gürültü çıkarmadan yürümeyi sağlayan halılarla kaplı odalar zincirinin ikinci halkasındaydı. Burası, özel sekreterin bulunduğu odaydı. Sekreter yerinde oturuyordu. Tatlı bir kızcağızdı. Karaya çalan koyu kestane rengi saçları, kahverengi gözleri ve inci gibi bembeyaz küçük dişleri vardı.
Gözlerine inanamayan bir ifadeyle seslendi:
“Aaa, Doğan Bey! Ne kadar da çabuk geldiniz… Beş Numara, erken geldiğinize çok memnun olacak!”
Doğan, içeri girmeden önce, kafasını toparlaması gerektiğini düşündü. Böyle ivedi bir şekilde çağrılmasının mutlaka bir nedeni olmalıydı.
“Yoksa Suriyeli binbaşının olayıyla bir ilgisi olmasın?” diye düşündü.
Bu hiç aklına gelmemişti. Hem neden olmasındı? Bugünlerde takip etmesi gereken bir başka olay yoktu. Kapıyı hafifçe tıklattıktan sonra içeri girdi.
Beş Numara, tamamı ceviz ve deri kaplı mobilyalarla döşeli özel bürosunda, üzeri sayısız dosya ve imza kartonlarıyla dolu, büyükçe bir masanın gerisinde oturuyordu. Sağ tarafında, ufak bir masa büyüklüğündeki etajerin üzerinde, değişik renklerde bir sürü telefon, telsiz ve her biri farklı görevler ifa eden birtakım teknik cihazlardan oluşan büyük bir topluluk bulunuyordu. Koltuğun hemen arkasında, sağ tarafında Türk bayrağı, sol tarafında ise servisin özel amblemini taşıyan bayrak dikkati çekiyordu. Oda, en az yirmi kişinin rahatlıkla oturabileceği tarzda koltuklarla döşenmişti. Bir köşesinde, üzerinde ufak çalışmaların yapıldığı on iki kişilik özel bir toplantı masası yer alıyordu. Pencerelerin bulunmadığı, yapay şekilde aydınlatılmış özel büroda dikkati çeken bir diğer husus, her şeye kırmızı rengin hâkim oluşuydu. Halıyla mobilyaları bütünleştiren, hafif tonlarla başlayıp Türk bayrağında gerçek değerini bulan kan kırmızı bir renkti bu…
Beş Numara;
“Hoş geldin Doğan,” diyerek onu karşıladı, elini sıktı. “Erken gelmene sevindim. Neredeyse bir buçuk saatten bu yana seni bekliyordum. Otur, otur…”
Doğan, her zamanki koltuğuna sessizce oturdu ve onu seyretmeye koyuldu. Artık yaşlanmış bir erkeğin tüm karakteristik özelliklerini taşıyordu Beş Numara; saçlarının yarıdan fazlası gitmiş, sadece kulaklarının üstünde, beyaz pamuk yumağını andıran birer tutam saç kalmıştı. Derecesi yüksek gözlüğünün irileştirdiği gözleri, kendisine direkt olarak bakan bir kimseye ürküntü verebilirdi. Ellerinde ve yüzünün birçok yerinde ‘ihtiyarlık benleri’ denilen lekeler göze çarpıyor, tebessüm etmesiyle birlikte, ince bıyıklarının altında, geçen yıl yaptırdığı takma dişleri parıldıyordu.
Zaman, her şeyi birer birer alıp götürmüştü. Yıllar öncesinin bu acar ve yürekli genci, “Doğu Emniyet” döneminin sırtçısı, ne kadar dik tutmaya gayret etse de, şimdi omuzları çökmüş bir halde başkanlık koltuğunda oturuyor, belki bileğiyle değil ama yüreğiyle, bilgi ve deneyimiyle yeni jenerasyonun yetişmesi için üzerine düşeni yapmaya çaba gösteriyordu. Korkunç bir zekâ ve önsezi yeteneği vardı.
“Doğan… Bu iş seni biraz zorlayacağa benziyor gibi,” diyerek sözlerine devam etti. “Belli ki, bazı girişimlerde bulunman, özel çalışmalar yapman gerekecek. İlk aldığım haberlere göre önemli bir husus gibi görünmüyordu ama sonradan gelen haberler, işin içinde birtakım karışık dolapların döndüğünün ilk işaretlerini verdi.”
Doğan, onun söylediklerini dikkatle dinliyor, hangi olayla ilgili olarak nasıl bir görev yükleneceğini bilmediğinden, içindeki merak duygusu giderek kabarıyordu.
Beş Numara, konuşmasını sürdürdü:
“Aslında, Suriye ile olan ilişkiler hep canımı sıkmıştır. Ters adamlar anlayacağın… Dengede tutmak çok zor oluyor. Dikkatli davranılmazsa, hiç küçümsenmeyecek dertler açacaklar başımıza. Ne düşündüklerini, neler yapma gayreti içinde olduklarını sen de en az benim kadar biliyorsun. Arada bir topuzu kafalarına yiyorlar, ama yine de ‘bana mısın’ demiyorlar. Onlarla aynı coğrafya üzerinde birlikte yaşamaya çalışmak, akreple aynı çuvala girmek gibi bir şey…
Gerçi, şöyle bir çevremize bakacak olursak hangi komşumuzla dostane ilişkiler içinde olduğumuzu söyleyebiliriz ki? Bir tarafta, komünist dünyanın önderi Sovyet Rusya ve onun sadık uşağı Bulgaristan; öte tarafta, Avrupa’nın şımarık çocuğu Yunanistan… Irak… İran… Hepsi ama hepsi, aynı kazanın zebanileri. Buna bir de, bölgede çıkarları olan Batılı kapitalist ülkeleri dâhil ettik mi, kadro tamam oluyor işte!
Onlar daha tehlikeli… Ekonomik ve siyasi çıkarlarını, etnik potada ısıtıp ısıtıp koyuyorlar insanın önüne. Hani, Kürtleri, Ermenileri ya da Arapları sevdiklerinden mi? Hayır! Asla! Türkleri sevmediklerinden… Gerçek neden bu! Kürtler, Ermeniler ve Araplar, kendi toplumsal ve kültürel değerlerine belki de en uzak yapıda olan insanlar aslında… Ne yazık ki, tarih bunları kabullense bile, birtakım menfur emeller uğruna birçok gerçek göz ardı ediliyor.”
Doğan, sessizce dinliyor ve konuşma sırasının kendisine geleceği anı sabırla bekliyordu. Beş Numara’nın, önemli bulmadığı bir konuda, kesinlikle kendisini çağırmayacağını ve devreye girmesini istemeyeceğini gayet iyi biliyordu.
Beş Numara;
“Biliyorsun ki…” diyerek devam etti sözlerine, “Ülkemizde meydana gelen yasadışı birçok olayın gerisi araştırıldığında, hep Suriye kaynaklı çıkıyor. Kaçakçılığı bir devlet politikası olarak Türkiye’ye yönlendirmelerini ve kaçakçılara her türlü desteği vermelerini hadi bir kenara bırakalım. Adamlar resmen terörist ihraç ediyorlar… Sabotör, suikastçı ihraç ediyorlar. Ya da bütün bunların haricinde, kendilerine gerekli bilgiyi toplayabilecek nitelikte yetiştirilmiş istihbarat elemanı ihraç ediyorlar. Defalarca suçüstü yapıp yakaladığımız ve haklarında ‘İstenmeyen Adam’ kararı çıkartıp yurtdışına gönderdiğimiz diplomatik personel de cabası…
Biliyorum; sen şimdi ‘Neden konunun etrafında dolaşıp durduğumu ve neden direkt olarak konuya girmediğimi’ sabırsızlık içinde kendi kendine sorup duruyorsundur. Olaylarla bir bağlantı kurmanı sağlamaya çalışıyorum, onun için…”
Doğan;
“Hangi konu veya olayla ilgili olduğunu bana söylerseniz, gerçekten beni de meraktan kurtarmış olursunuz efendim,” dedi.
“Pekâlâ… Dinle bakalım öyleyse… Geçtiğimiz gece, saat 00.30 sularında, Suriye ordusunun subayı olduğunu söyleyen kırk yaşlarında bir şahıs, elini kolunu sallayarak sınırı geçer ve hiç problem çıkarmadan kendiliğinden teslim olur. Ön sorgusu sırasında, aslında ceviz kabuğunu doldurmayacak derecede gereksiz şeyler söyler. Sonra, Türk hükümetinden iltica talebinde bulunur. İyi bir bilgi kaynağı olduğunu düşünmemizi sağlamak için de, birkaç önemli konuda ortaya ufak yemler atar. Bu yemlere tereddütsüz atılacağımızı ve sonuçta iltica talebinin kabul edileceğini düşünür. Doğru da düşünür! Ancak ortada hiçbir neden yokken, güzel işleyen bir senaryoyu bozar ve samimiyetinden hiç de şüphelenmeyen beraberindeki zavallı astsubayı öldürür, iki eri de yaralar…”
Beş Numara, uzun cümlelerine kısa bir ara verdi. Bütün dikkatiyle kendisini dinlemekte olan Doğan’a baktı. Buraya kadar hikâyenin tüm safhalarını onun da bildiğinden emindi. Yeniden anlatmaya başladı.
“Bu olayı, bütün detaylarıyla Urfa’dan aktardılar. Yüzbaşı Özkan, gönderdiği rapora bir de kanaat eklemiş. Diyor ki; ‘Binbaşı Abdullah Vahap’ın Askeri Muhaberat’la ilgili bir operasyonun içinde olduğu, gizli servisin bilgisi tahtında hareket ettiği, izini kaybettirdikten sonra büyük olasılıkla yasadışı örgüt ya da şahıslarla temas kurarak Türkiye sınırları dâhilinde muhtelif eylemlere yönelebileceği sanılmaktadır… vesaire vesaire.’ Peki, bu işe sen ne diyorsun bakalım?”
“İzninizle, benim Yüzbaşı Özkan’la aynı görüşü paylaşmadığımı, bazı noktalarda farklı düşündüğümü söyleyebilirim efendim,” diye yanıt verdi Doğan. “Suriye resmi heyetinin, Binbaşı Abdullah Vahap’ın iadesi talebiyle geldiği sırada ben de oradaydım. Malum istihbaratçı Hasan Nafi’nin gözlerindeki şaşkın ifadeyi açıkça gördüm. Binbaşının, geçmişte Askeri Muhaberat’la bir ilgisi olabilir. Bunu kabul ediyorum. Ancak, şu anda onlarla aynı oyunda rol aldığını hiç sanmıyorum. Aksine, kaçışıyla gizli servisin oyununu bozmak amacını güttüğünü ve birilerinin harekete geçmesini sağlamak için çevresine birtakım mesajlar vermeye çalıştığını zannediyorum.”
“Haklı olabilirsin. Ama dur bakalım, hemen öyle peşin hüküm vermeyelim. Önce şu mesaj metnine bir göz at… Bir buçuk saat önce geldi. Elime geçtiği anda, senin çağrılman için talimat verdim.”
Doğan, Beş Numara’nın uzattığı mesajı eline aldığında, daha ilk satırda, gözlerine inanamadı. Mesaj; “OP”, yani “Harekât Çok İvedi” öncelik sırasıyla İstanbul bölgesinden çekilmişti.
Bu öncelik sırası, haberin, asıl değerlendirecek makama süratle ulaşmasını temin amacıyla kullanılan, aniden oluşan ya da bilinen bir olayda ani gelişme gösteren yeni bir olaya ait çok önemli taktik ve teknik haberlere veya bunları etkileyecek derecede önemli idari haberlere tahsis edilen bir haberleşme şekliydi.
İçeriğinde; Binbaşı Abdullah Vahap’ın, sabah saat 09.05’te, Suriye’nin İstanbul Konsolosluğu ile yaptığı telefon görüşmesine yer veriliyordu. Kaçak olduğu anlaşılan, adı geçen konsolosluğu Urfa kent merkezinden aramıştı.
Doğan, yüksek sesle,
“Bu adam, ya çok aptal ya da birileriyle oyun oynayacak derecede zeki,” demekten kendini alamadı.