“Allah insana tahammül edemeyeceği bela vermez!”
SURİYE-Halep, Saat 00.20
Doğan, aradan beş dakika mı, yoksa beş saat mi geçtiğinin farkında değildi. Gözlerini açmasına yeterli olan şey, evin sessizliğini bozan ve onu son derece heyecanlandıran bir tıkırtıydı. Dış kapının kilidi bir anahtarla açılmaya çalışılıyordu.
Hemen yatağından doğruldu. Tabancasını eline aldı. Gecenin bu saatinde, boş olması gereken bir eve bu kadar fütursuzca girmeye çalışan kim olabilirdi? İzini bulmuş olabilirler miydi? Buna pek ihtimal vermiyordu. Düşündüğü bütün olasılıklar arasından en güvenilir yer olarak seçtiği bu ev, demek o kadar güvenilir bir yer değildi!
Tehlike ne kadar büyük olursa olsun, kolay kolay av olmayacaktı. Mauser’in kabzasını sıkıca kavradı. Silahın soğuk teması, kendi benliğine ve iradesine olan hâkimiyetini arttırdı. Onun da yapabileceği birtakım oyunlar elbet vardı. Bu oyunlar sayesinde bugüne kadar sayısız tehlikeden kurtulmasını bilmişti.
Ses, şimdi daha yakınında, odanın dışındaydı. Fazla gürültü çıkarmadan hareket ediyor; erkek mi, kadın mı olduğu pek anlaşılmıyordu.
Sessizce ayağa kalktı. Somya hiç gıcırdamamıştı. İki adımda kapının arkasına ulaştı. Meçhul kişi odaları tek tek kontrol ediyordu.
Işık yakıldığı anda gölgesi yere düşmesin diye duvara iyice yapıştı. Mümkün olduğunca küçük soluklar almaya çalışıyordu. Bekleyiş uzadıkça, sinsi ve belirsiz bir krampın sağ uyluğuna girmekte olduğunu hissetti. Bundan kurtulmak için bacağını biraz oynatmak istediğinde, hafif bir gürültü duydu. Beklenmeyen ziyaretçi, kapının hemen yanındaydı.
Bir erkek eli tokmağa doğru uzandı. Kapı hafifçe yerinden oynadı. Ardından, bir gölgenin içeri doğru süzüldüğü görüldü.
Tabancanın kabzasını biraz daha sıktı. Kalkık olan kolu, yarım daire çizdikten sonra, adamın tam ense köküne indi. Dengesi bozulan adam, sendeledi, ileri doğru bir adım atarak yere yığıldı. Bağırmaya zamanı olmamıştı!
Doğan, vakit kaybetmeden, yüzüstü yatan adamın kollarını arkasına götürüp ayakkabılarından çıkardığı bağcıklarla önce bileklerini, sonra ayaklarını sıkıca bağladı. Adamın, baygın olmasının yanı sıra, kılını kıpırdatacak hali kalmamıştı.
Kim olduğunu çok merak ediyordu.
“Bir hırsız olabilir mi?” diye aklından geçirdi. “En iyisi, yüzünü görebilmek için sırtüstü çevirmek…”
Cep fenerinin parlak ışığında, adamın karanlık suratına baktı. Onu hemen tanıdı; yerde baygın yatan meçhul adam, Keko’nun ta kendisiydi!
Doğan, bu durumu hem doğal karşılamış, hem de hayret etmişti. Doğal karşılamıştı; çünkü onun yolu üstüne çıkacağını ve bir yerlerde onunla mutlaka karşı karşıya geleceğini biliyordu! Hayret etmişti; çünkü bu işin en son olacağı yer Binbaşı Vahap’ın eviydi!
“Keko’nun bu evi bilmesi imkânsız,” diye düşündü. “Mutlak surette onu buraya birileri getirmiş, ya da… Ne bileyim, özellikle göndermiş olabilir! Elinde evin anahtarı vardı. Dikkatli olmalıyım. İşler giderek kızışma sinyalleri vermeye başladı. Dur bakalım, önce şunu bir ayıltalım, sonra konuşur, gereği neyse yaparız!”
Keko’nun, başına yediği kabza darbesi nedeniyle, sağ kulağının üstünden ince bir kan şeridi sızmaya ve ufak damlalar halinde yerde birikmeye başlamıştı. Doğan, gereğinden fazla vurduğunu düşünür gibi oldu. Birden meraka kapıldı. Parmaklarını şahdamarının üstüne koyarak atış ritmini dinledi. Kalbinin düzgün bir şekilde çalıştığını anlayınca rahatladı.
Önce üzerini aradı, hiçbir şey bulamadı. Keko’nun üzerinde, onu terk ettiği andaki elbiseleri yoktu. Demek, kıyafet değiştirmişti. Sonra mutfağa geçti. Buzdolabındaki soğuk su şişelerinden birini alarak geri döndü. Suyu yavaş yavaş yüzüne serpti…
Yaptığı bir baş hareketi, kendine geldiğini belli etti. Doğan, tabancayı eline alarak, karşısına geçti, oturdu.
Keko’nun gözkapakları birkaç defa aralandı, tekrar kapandı. Sonra, sunturlu bir küfür çıktı ağzından. Sıkıca bağlı olduğunu ve kritik bir durumda bulunduğunu anlamıştı.
Doğan, oda lambasını yakmak istemiyordu. Evin durumu ne ise öyle kalmalı, bozulmamalıydı. Cep lambasını Keko’nun yüzüne doğru tuttu. Keko, ikinci defa küfretti. Doğan bu kez, lambayı kendi yüzüne doğrulttu.
Keko, onu tanımıştı! Korku bulutlarının ivedilikle örtmeye çalıştığı gözlerini Doğan’dan kaçırmaya çalıştı.
Doğan;
“Seninle bu kadar çabuk karşılaşacağımı tahmin etmiyordum,” dedi. “Bu ne hız böyle… Biraz daha gayret etsen, yolda beni geçecekmişsin!”
Keko, içini çekti; yüzünü ekşitti.
“Beynimi parçaladın… Nasıl da acıyor!” diye söylendi.
“Başına vurduğum için üzgünüm!” diye karşılık verdi Doğan. “Eve hırsız gibi girecek ne vardı? Zili çalsan, ben sana kapıyı açardım!”
“Yaptıkların yetmezmiş gibi bir de dalga geçiyorsun.”
“Peki… Ne yapmamı isterdin Keko? Elimden bu kadarı geldi.”
“Biraz daha yavaş vurabilirdin.”
“Olur… Bir dahaki sefere dediğin gibi yaparım. Hem sen şimdi sızlanmayı bırak da sorularıma yanıt ver.”
“Dur bakalım,” diye sert çıktı bu kez Keko. “Çok kurnaz ve çok yetenekli biri olduğunu anladık. Ama unutma ki, benim de bir beynim var… Ve yine unutma ki, burası Türkiye toprakları değil! Burada senin borun ötmez! Bir bağırırsam bütün mahalleyi ayağa kaldırırım. Hem, beni buraya getirenler, yarım saat sonra tekrar geleceklerini söylediler.”
Doğan;
“Sen de şunu unutma ki, bağırmaya kalkarsan, kulaklarının duymuş olduğu son ses kendi sesin olur! Ağzını bilerek bağlamadım. Belki, özgürlüğünü ve hayatını bağışlamış olan insana, ikinci kez aynı zevki vermek istersin?” dedi.
Keko, Doğan’ın ne demek istediğini anlamış ve sözlerinden etkilenmişe benziyordu. Sesini kesti.
Doğan;
“Ne o, dilini mi yuttun?” diye konuşmasını sürdürdü. “Koşa koşa buraya geleceğini ve seni pis işlerinde kullanan adamı arayıp bulacağını biliyordum. Ama itiraf etmem gerekir ki, bu kadar çabuk beklemiyordum. Her neyse, önemli değil! Bari aradıklarını bulabildin mi?”
Keko, artık yalan konuşmanın kendisine bir yarar sağlamayacağını bilecek kapasitede biriydi. Karşısındaki adamın her şeyi bildiğinin farkındaydı. O nedenle;
“Evet, buldum!” diye yanıt verdi.
“Hasan Nafi’yle görüştün mü? Hani şu, yanağında şark çıbanı olan adamla…”
“Evet! Beni görmekten pek hoşlandığını söylemek doğru olmaz!”
“Tahmin etmiştim,” dedi Doğan. “Aslında, geceyi Muhaberat’ın binasında bir köşeye kıvrılarak geçirtmek varken, neden seni binbaşının evine, böyle mükellef bir yere göndersin ki? Bu adam, ya seni çok seviyor ya da ayağının altında fazla dolaştığını hissettiğinden olacak, senden kurtulmayı düşünüyor. Ne dersin?”
“Ne diyeceğim… Bir bildiği vardır elbet!”
O sırada, üst kattan birtakım gürültüler gelmeye başladı. Odalarda yürüyenler oldu. Komşular, nihayet evlerine dönmüşlerdi.
Keko, imdat istemek için ağzını açtığı anda, tabanca bir kez daha başına indi.
Doğan bu defa, işini sağlama almak için daha dikkatli çalışmak zorundaydı. Mutfaktan bulduğu bıçakla perdelerin kordonlarını kesti. Yatağa yatırdığı Keko’nun el ve ayaklarını somyanın demirlerine sıkıca bağladı. Cebinden çıkardığı mendiliyle ağzını kapatarak ses çıkaramaz hale getirdi. Nefesini ve kalbini kontrol etti. Düzenli çalıştığını görünce rahatladı.
Keko’nun içeri girmekte kullandığı anahtarı aldı. Kapının kilidine sokarak yarım tur attırdı. İkinci bir ziyaretçinin beklenmedik girişini böylelikle önlemiş oldu. Gelecek olanlar varsa –ki, buna ihtimal vermiyor, Keko’nun bir blöfü olarak değerlendiriyordu– kapıyı açamayacaklarından zili çalmak zorunda kalacaklar, bu sırada kendisi de, gelenlerin adet ve pozisyonlarına göre, gerekirse kaçmak için yeterli zamanı bulabilecekti.
Salona geçti. Saat 02.35’i gösteriyordu. Durumu kontrol etti. Sonra tekrar odaya döndü. Yere uzandı. Kolunu başına yastık yaparak uyumaya çalıştı. İki saat olsun kestirmek, bu adamla iki saat gereksiz konuşmalar yapmaktan daha yararlı olacaktı. Zaten, bu şartlarda karşı karşıya gelmeleri, Doğan’ın onu kullanma, ondan faydalanma olanaklarını ortadan kaldırmıştı.
Uyandığında, saat beşi yirmi geçiyordu. Demek ki bir saat fazla uyumuştu. Yerinden doğrulmaya çalıştı, kalkamadı. Bacakları ve kolları uyuşmuştu. Bir süre kan dolaşımının düzelmesini bekledi.
Keko, yerini benimsemiş olacak ki, boğuk bir sesle de olsa horluyordu. Top atsan uyanacak durumda değildi.
Doğan;
“Böylesi daha iyi oldu,” diye söylendi. “Sessizce çıkar giderim. Onu nasıl olsa uyandıracak birileri gelecektir. Olmazsa, bir ara ben de uğrar hatırını sorarım.”
Gürültü etmeden dışarı çıktı. Kendisini dışarıda, güneşin yükselmiş olmasına rağmen henüz ısıtamadığı serin bir hava karşıladı.