“Her geminin bir alınyazısı vardır!”
SURİYE-Halep, Saat 09.35
Doğan, Vakıf Çarşısı’nı terk ettikten sonra, ne yapacağına karar vermek, Muhittin Canbaz’la yaptığı konuşmaları ve elde ettiği sonuçları değerlendirmek amacıyla bir börekçi dükkânına girdi. Taze ve sıcak börek kokusu, duyularını tahrik etmiş ve ona açlığını hatırlatmıştı.
“Halep işi kebapların hayalini kurarken, iki seferdir börekle idare etmek zorunda kalıyorum. Böylesine de şans derler işte…” diye söylendi.
Muhittin Canbaz, ne kadar kurnaz davransa da ‘Ahmet Cemil’ adını söylemekle son anda yakayı ele vermişti. Doğan, Ahmet Cemil’le karşılaşmaktan korkmuyor, doğal olarak, Suriye istihbaratının ilk anda peşine yüzlerce kişiyi takmayacağını düşünüyordu. Eşber’in, kendisine yapılacak en ufak bir harekete anında müdahale edebilecek yakınlıkta olacağını biliyordu.
Onu düşündüren asıl konu, İstanbul bağlantılarıyla ilgili bilgiyi Muhittin Canbaz’dan nasıl alacağıydı. Adam, ilk konuşmasında çok tedbirli davranmış ve o konuda hiç açık vermemişti. Doğan’ın konuşmalarından şüphelenmiş olacak ki, en az Hasan Nafi kadar ün yapmış biriyle, Suriye istihbaratının iş bitirici adamlarından Ahmet Cemil’le karşı karşıya gelmesini arzu etmişti. O zaman bütün gerçekler ortaya çıkacak, dananın kuyruğu o zaman kopacaktı!
Böreğini bitiren Doğan, dışarı çıktı. Güneş, gökyüzündeki her zamanki tahtına kurulmuş, kızgın gülücükler dağıtmaya başlamıştı. Eski bir katedral olan Al Halaviya Medresesi’nin önünden geçti. Buradan, yüksekçe bir tepe üzerinde kurulmuş bulunan Halep Kalesi’nin yıkıntılarını görmek mümkün oluyordu.
Sonra tekrar güneye döndü. Ankebut mahallesinin dış sokaklarını arşınlayarak Camiliya semtine doğru yöneldi. Binbaşının evine gitmeye karar vermişti; kendisinden sonsuza değin ayrılmadan önce, Keko’yu bulunduğu konumdan kurtarmak istiyordu.
Madin Sokağı’na bu sefer öteki ucundan girdi. Böylelikle, her tarafı kontrol ede ede eve yaklaşabilme imkânını elde etmiş oluyordu. Sokak temizdi. Birkaç kez, ardını kontrol etmesine rağmen Eşber’i göremedi.
“Benim gibi uzun yürüyüşlere alışık olmayan ayaklarını, belki bir ağacın gölgesinde dinlendiriyordur,” diye düşündü.
28 numaralı evin dış kapısı yine aralıktı. Tereddüt etmeden içeri girdi. Tam o sırada, üst kata çıkan merdivenlerden bir ayak sesi duyar gibi oldu. Saklanacak bir yer aradı, bulamadı. Geri dönmeyi tasarladığı anda, bir kadının,
“Gel buraya… Gel dedim sana!” diye bağırdığını duydu.
Bu çağrıya, küçük bir kız çocuğu yanıt verdi:
“Gelmeyeceğim işte… Gelmeyeceğim!”
Acele etmesi gerekiyordu. Kapıyla uğraşacak zamanı yoktu. Derhal dışarı fırladı, bahçeyi döndü. Bir hamlede mutfak balkonuna tırmandı ve hiç ses çıkarmadan içeri süzüldü. Balkon kapısını hafifçe aralık bırakmasının yararını görmüştü.
Ayaklarının ucuna basarak holü geçti. Dış kapıya geldiğinde, durup dışarıyı dinledi. Kadın çocuğuna yetişmiş, onu yukarı doğru sürüklüyordu. Ucuz kurtulmuştu…
Keko’nun yattığı odaya doğru ilerledi. Kapıyı hafifçe iterek içeri baktı. Keko, bıraktığı şekilde el ve ayaklarından bağlı olarak aynı pozisyonda yatıyordu. Arada tek fark vardı… Tam kalbinin üstünden, kaburga kemiklerinin arasından bıçaklanmıştı!
Doğan, sırtından bir ter boşandığını hissetti. Elini derhal tabancasına attı, etrafı dinledi.
Evet! Keko, kanlar içinde yatakta yatıyordu. Bıçak, sapına kadar gövdeye işlemişti. İşini bilen, usta birinin eseriydi bu. Alışkanlıktan hemen nabzını yokladı, atmıyordu! Vücudu hâlâ sıcaktı. Ölüm soğukluğu henüz bedenin hiçbir tarafına yayılmamıştı.
Doğan, iki şeyi birden düşündü: Birincisi, el ve ayakları bağlı, ağzı mendille kapalı bir insanı, belki de hâlâ uyumakta olduğu bir sırada bıçakla öldürecek kadar acımasız birinin var olup olmadığını, ikincisi, bu işin kesinlikle Suriye istihbaratının işi olduğunu…
Muhaberat, Keko’yu ortadan kaldırmakla hak ettiği cezayı vermiş oluyordu. Bu, zaten beklenen bir olaydı! Ancak şimdi, Doğan’ın kafasını kurcalayan bir sürü soru ortaya çıkmıştı; Muhaberat, neden bu işi daha önce yapmamış ve adamın eline anahtar vererek bu eve göndermişti? Yoksa onu da izlemişler ve buraya girdiğini önceden tespit etmişler miydi? Geceyi evde geçirdiğini biliyorlar mıydı? Eğer bütün bunları biliyorlarsa, Eşber’le buluşmasını ve sonra Muhittin Canbaz’la görüşmeye gidişini de biliyorlar demekti.
Eve gelirken Eşber arkasında yoktu. Akşamki patlama hadisesinden sonra Tırtıl da ortalıkta görünmemişti. Her iki yardımcısı da şu anda yakalanmış olabilirler miydi? Eğer öyleyse, terazinin dengeleri değişecek demekti. Görevini yarıda bırakarak geri dönmeyi asla düşünemezdi. Tek başına da olsa, bu mücadeleyi sürdürmekte kararlıydı!
Duyduğu ufak bir gürültü, Doğan’ı bu düşüncelerinden uzaklaştırdı. Ayağın bir eşyaya takılmasından meydana gelen bir gürültüydü bu… Ve kütüphanenin bulunduğu odadan geliyordu.
Doğan, bir elinde tabancası, diğer elinde küçük cep feneri olduğu halde dışarı çıktı. Gün ışığı her ne kadar kepenklerden içeri giriyorsa da, odanın içi karanlıktı.
İçeriyi dinledi. Kapının ardından derin derin soluk alan birinin sesi geliyordu. Orada saklanmış biri vardı. Doğan’ın aniden evin içinde bitiverdiğini görünce şaşıran ve acilen saklandığı bu yerde kalbinin atışlarını ve nefesini ayarlayamayan birisiydi bu!
Doğan, tuzağa düşmek istemiyordu. Karşısında, korunmasız bir adamı gözünü kırpmadan bıçaklayabilen acımasız bir katil vardı. Tedbirli davranmalıydı. Cep fenerini vücudundan uzakta tutarak bir hamlede içeri dalacak, katilin ışık huzmesine doğru ateş etme olasılığı fazla olduğundan, kurşunun göğsüne ya da karnına isabet etme şansını yok edecekti. Böyle bir tehlikeyi göze almaya değerdi.
Doğan, hızlı düşünen ve düşündüğünü aynı hızla yapan bir adamdı. Elindeki tabancayı kapının arkasına yönelterek içeriye sıçrarken, feneri yakması da bir oldu. Bütün tahminlerin aksine, hiçbir tepki ile karşılaşmadı. Sadece bir “Ayy!” sesi duydu o kadar…
Cep feneri yön değiştirdi. Kapının arkasında bir kadın, ışık huzmesinin köreltici parlaklığında, şahin karşısında çaresiz kalmış bir tarla kuşu gibi, kollarını ovuşturuyordu.
Güzel gözleri korkudan büyümüştü. Uzun saçları omuzlarını örtüyordu. Koyu renkli uzun bir etek giymiş, üzerine de yuvarlak yakalı, kırmızı bir kazak geçirmişti.
Doğan, onu hemen tanıdı. Ökseye tutulmuş bir kuş gibi titreyen bu genç kadın, cebinde fotoğrafını taşıdığı Esma’ydı!
Sürekli gözlerini kırpıyor ve cep fenerinin ışığı yüzüne vurduğundan Doğan’ı göremiyordu. Bir süre sonra, dudakları titremeye başladı, sendeledi… Ve olduğu yere yığılıverdi. Bayılmıştı!
Doğan, olağanüstü sürprizlere alışık biri olsa da, Binbaşı Abdullah Vahap’ı öldüren katilin ölüsünün bulunduğu bir evde, böyle bir kızla karşılaşmaktan şaşkınlığa düşmüştü. Yine de kendini çabuk toparladı. Hemen yanına çömelip, üzerinde herhangi bir silah bulunup bulunmadığını kontrol etti… Bulamadı. Elleri, bir çift sert göğüs, oldukça yuvarlak kıvrımları olan bir bel ve dolgun kalçalardan başka bir şeyle temas etmedi.
Kafası yine karmakarışık olmuştu; bu kadın buraya neden gelmişti? Üzerinde neden profesyonellerin kullandığı tarzda bir bıçak taşıyordu ve neden Keko’yu öldürmüştü? Bu üç soru, tek bir yanıtta birleşiyordu; El Muhaberat!
Doğan, genç kadını sorguya çekmek için, kapının arkasından çıkardı. Hole serilmiş bulunan kilim tarzı yolluğun üzerine getirip yatırdı. Mutfaktan aldığı suyla, hafifçe boynunu ve şakaklarını sıvazladı. Sonunda ayıltabildi.
Yavaş bir sesle;
“Size hiçbir fenalık yapacak değilim,” dedi. “Sadece soracağım bazı sorular var. Yanıt verirseniz sevinirim. Söyleyin bakalım; siz kimsiniz ve burada ne arıyorsunuz?”
Genç kadın, yarı aralık gözleriyle Doğan’ı tanımaya çalışıyor, bir yandan da, yüzünün bir kısmına düşen uzun siyah saçlarını elinin tersiyle düzeltmeye çalışıyordu.
Doğan;
“Yanıt verecek misiniz?” diye yeniden sordu.
Kadının, az önce olduğu kadar tabancadan korkmadığı belli oluyordu. Buna rağmen, yüzündeki korku ifadesi kaybolmuş değildi. Kiminle karşı karşıya olduğunu hâlâ bilemiyordu. Kendisine silahını doğrultmuş bir erkeğin karşısındaydı, o kadar!
“Buradan hemen gidelim. Korkuyorum… Ne olur hemen uzaklaşalım!” dedi. Kızın verdiği yanıt tek bu cümleden ibaret kaldı.
Doğan şaşkındı… Ne yapmaya karar vereceğini düşündüğü sırada, uzaktan bir polis aracının acı acı çalan siren sesini duydu. Sonra bir daha… Bir daha…
“Keko’nun öldürülmesi olayı, yoksa bir tuzak mı?” diye düşündü. “Polise beni suçüstü yakalatmak tabii işlerine gelir. Demek ki beni izlediler ve Al-Talal semtine yaklaştığım sırada Keko’yu öbür dünyaya postaladılar. Peki ama postalayan kim? Bu işi Esma yaptıysa, neden şimdi gitmemizi istiyor?”
Doğan, dikkatle dışarısını dinledi. Siren sesleri şimdi daha yakından geliyordu.
“Beni, Keko’nun katili olarak yakalatmak şeytani bir plan… Ancak, bu tuzağa düşmeyeceğim,” diye söylendi.
Esma’yı ayağa kaldırdı. Mutfağa doğru itti. Genç kadın, itiraz etmeksizin ona itaat etti.
“Çabuk ol… Biraz çabuk ol!” diye seslendi. Zorlukla yürüdüğünü fark edince koluna girdi.
Siren sesleri, artık sokağın başındaydı. Mutfaktan geçip, balkondan bahçeye atladılar. Evin arkasına dolandılar. Doğan, yan bahçeden bir köpeğin havlamasına aldırmadan, çevik bir sıçrayışla duvara tırmandı. Sonra, elini uzatarak genç kadını da öbür tarafa çekti.
Esma, arka sokağa ait komşu apartmanın bahçesinden geçerken;
“Otomobilim bu sokakta,” diye fısıldadı. “Sokağın sağ başında duruyor… Sarı renkli bir Volkswagen!”
Doğan, hiç sesini çıkarmadı. Şimdi, tartışmanın ya da sorular sorup neler döndüğünü anlamaya çalışmanın zamanı değil, bir an önce oradan uzaklaşmanın zamanıydı!