“Can pazarının yaşandığı yerde, meşru müdafaa bir haktır!”
SURİYE-Halep, Saat 15.30
Suriye, öğle güneşinin altında âdeta kavruluyordu. Geride bırakılan Halep kentinin silueti yavaş yavaş silinirken, çöl, sanki bütün organlarını dinlenceye bırakmış dev bir yaratık gibi gözler önünde büyüyordu. Havada, motorun hareket halinde oluşundan kaynaklanan bir esinti vardı… Yoksa sıcaklık dayanılacak gibi değildi.
Doğan, görevini tamamlamış olmanın huzurunu yaşarken, yine de buruktu. Her görev dönüşünde aynı hali yaşıyordu. Ona göre; neden insanlar, partiler ya da devletler, hiçbir istisna gözetmeksizin, bir türlü tatmin olmayan çıkarları yüzünden sürekli kavga etme ihtiyacı duyarlardı? Neden birbirlerinin kuyusunu kazıp, onu tarihten silme gayreti içine girerlerdi? Neden bir sürü insan, bu kavgada canından olurdu?
Ne yazık ki, bu işler böyle yürütülmek zorundaydı. Binbaşı Abdullah Vahap’ın başlattığı hareket, kendi de dahil olmak üzere, iki gün içinde tam dokuz can almıştı. Sürenin dolduğu saat olan 14.00’ten itibaren, peşpeşe yapılacak operasyonlarda, belki bu sayı daha da artacaktı. ‘Kurunun yanında yaş da yanar,’ meselesine gelince; bir Arap atasözü de, ‘Orman, kendi ağaçlarıyla yanar,’ demekteydi!
Gökyüzünde, zarif manevralarıyla dikkati çeken bir şahin, günlük avına çıkmıştı. Arka ayaklarının üzerinde dikilip çevreyi kontrol eden tarla fareleri, şahinin gölgesi üzerlerine düştüğü anda ortadan kayboluyorlar, dalgınlığın kurbanı olmamak için dikkatli davranıyorlardı.
Tırtıl da aynı dikkati gösteriyordu. Al Bab ve Manbij karayolundan fazla uzaklaşmadan, yine tali yollardan gitmek suretiyle yol alıyordu.
Doğan, kafasına takılan bir konuya aydınlık getirmek amacıyla,
“Otelin önündeki Chevrolet’yi sen mi havalandırdın?” diye sordu.
“He!” yanıtını aldı.
Bu yanıt onun için yeterliydi. Birtakım sorularla onu sıkboğaz etmenin anlamı yoktu. Eliyle omzuna vurarak,
“Sağ ol!” dedi.
“Önemli deel! Ne dimek!”
Tırtıl, Kubbah yakınlarında, Fırat Nehri’ni aşmak için karayoluna çıktı. Kamışlı bölgesinden sürekli petrol taşıyan boş bir tankerin kuyrukaltında köprüye yaklaştı. Oysaki köprünün diğer ucu, jandarma görevi yapan sivil muhafızlar tarafından tutulmuştu. Tırtıl, onları görmemişti. Geriye dönme şansının bulunduğunu, ancak bu manevranın kendilerine bir fayda sağlamayacağını düşünüyordu.
Doğan da aynı şeyi düşünmüş olacak ki;
“Durma, devam et!” dedi.
Tırtıl, yapacağı kontrol için sağa yanaşmasını işaret eden adamı sanki hiç fark etmemiş gibi, rahat bir tavırla yoluna devam etti. Adam, arkalarından bağırmaya başladı. Duran olmadı. Tırtıl gaza yüklendikçe, adamın sesi yavaşladı.
“Sıkı tutunasın, gurban!” dedi.
Motosiklet şimdi, iki kişiyle yapabileceği son hız olan yüz yirmi kilometrelik bir hızla ilerliyordu. Doğan, arkasına baktığında, kamyonet tarzında üstü açık bir arabanın, üzerinde iki kişi bulunduğu halde harekete geçmek üzere olduğunu gördü. Şoför mahalline de ayrıca bir kişi biniyordu.
Tırtıl’ı ikaz ederek;
“Peşimize düşüyorlar,” dedi. “Kaç kilometre kaldı sence?”
“Tam tamına yirmi sekiz!”
“Bir tarafa sapacak mısın?”
“He! Az daha gidek de!”
Kamyonet, tabii motosiklet gibi değildi. Onların ilk anda kazandıkları mesafeyi bir süre sonra kapatacağı kesindi. Doğan, muhafızların neden şüphelendiklerini düşünüyordu. Onlar, öyle kolay kolay kaçan bir motosikletin peşine düşecek görev bilincine sahip insanlar değildi. Kaçakçıları ise, asla takip etmezlerdi. Kaçakçılığın, Türkiye’ye yönelik bir devlet politikası olarak uygulandığı bir ülkede kaçakçı aracı durdurmak, sadece bazı açgözlü görevlilerin kişisel çıkar sağlamak amacıyla yaptıkları bir hareketti.
Kamyonet gittikçe yaklaşıyordu. Üzerindekilerin, uzun namlulu silahlarla ateşe başlama hazırlığına giriştiğini dikiz aynasından takip eden Tırtıl;
“Sıkı tutunasın,” diye bağırdı.
Motosiklet, aniden dar bir patika yola sapmış, böylece ilk raundu kazanma şansını arttırmıştı. Tırtıl, aynı hızla yoluna devam etti.
Doğan;
“Takipten vazgeçerler mi?” diye sordu.
“Yoh babo! Gelirler… Ama aynı hızla deel!”
Gerçekten kamyonet, açık arazide, hoplaya zıplaya, düşe kalka arkalarından geliyordu. Ancak, sürati düşüktü. İşte, ilk kurşun da bu sırada atıldı. Doğan, sadece patlama sesini duymuş, kurşunun yönünü belirleyememişti.
Tırtıl;
“Boş ver… Altı kilometre kalmıştır… Dayan babo!” diye seslendi.
Her ikisi de, mümkün olduğunca hedef küçülterek, motora ani zigzaglar yaptırarak, hız kesmeden yollarına devam ediyorlardı. Doğan bir kaza kurşununa kurban gitmedikleri takdirde, arkalarından açılan ateşten bir zarar göreceklerini tahmin etmiyordu. Çünkü bozuk satıh üzerinde isabetli atışlar yapmak mümkün değildi. Hedefi tutturmak için en azından birkaç saniye kadar hareketsiz kalmak ve açılacak seri ateş sayesinde oluşturulacak çizgide hedefi sabitlemek gerekiyordu ki, bu şartlarda olanaksız bir işti!
Doğan, her zaman kullandığı geçidi uzaktan gördü, iki-iki buçuk kilometrelik bir uzaklıktaydı. Böyle giderse, paçayı kurtarabilirlerdi. Ancak sınırı motosikletle aşmak imkânsızdı, onu bırakmak gerekiyordu. Sınır hattına paralel uzanan toprak yol, şimdi ince bir çizgi halinde önlerinde belirmişti. Ondan sonra aşmaları gereken sadece iki yüz metrelik bir aralık vardı.
Kamyonetin, avını elden kaçırmamak için son hamlelerini yapan bir çita gibi hızlanması, Tırtıl’ın da aynı oranda süratlenmesine neden oluyordu. O sırada, evet, tam o sırada, Türk topraklarından ateş açıldı!
Bu ancak bir uyarı atışı olabilirdi. Çünkü devamı gelmemişti. Doğan, o bölgede sabit bir gözetleme noktası olmadığını iyi biliyordu. Bölge, pusuya da elverişli değildi. Olsa olsa bu ateş, devriye görevine çıkmış bir grup asker tarafından açılmış olabilirdi.
“Şanssızlığa bak,” diye söylendi. “Yine de Türk topraklarına geçmemiş, sınır ihlalinde bulunmamış birine ateş açmamaları gerekir, üstelik ‘Dur’ ihtarı yapmadan… Bunda bir terslik var!”
Böyle giderse, iki ateş arasında sıkışacaklar, ne ileriye ne de geriye gidebilecekler ve durmak zorunda kalacaklardı. Derler ya; aşağı tükürsen sakal, yukarı tükürsen bıyık! Aynen o duruma düşmüşlerdi.
Tırtıl, motorun gazını kesmiş bir halde çok yavaş ilerliyor, bu da, arkalarından gelen kamyonetin aradaki mesafeyi hızla kapatmasına neden oluyordu.
Doğan;
“Durmayalım,” diye seslendi. “Beş-altı yüz metre ya var, ya yok! Bir gayret daha!”
Motosiklet tekrar hareket etti. Ancak, aynı hıza ulaşmaları için vakit çok geçti. Kamyonet, aradaki mesafeyi dört yüz metreye kadar düşürmüştü. İşte ne olduysa, o anda oldu… Tırtıl’ın dağılan dikkati, önlerine aniden çıkan sert bir çalı kümesini görememesine neden oldu. Motor, çarpmanın tesiriyle yarım takla atarak devrildi.
Doğan, kendini çabuk toparladı. Tırtıl az ötesinde, bacağını tutuyordu. Hemen yanına koştu.
“Haydi… Gidelim buradan,” diye bağırdı.
Tırtıl, ayağa kalkmayı denedi… Başaramadı. Bacağında müthiş bir acı vardı. Doğan, yırtılan pantolonun üzerinden dışarıya fırlamış olan kemik ucunu o sırada fark etti. Tırtıl’ın bacağı kırılmıştı, kımıldaması imkânsızdı!
“Sen get, babo,” dedi Tırtıl.
Doğan’ın asla böyle bir şey yapmayacağını bilmesine rağmen, yine de onu zorluyordu.
“Ben bitmişem… Sen get! Ne olur, gurban… Sen get, ben seni korurem!”
Doğan aldırmadı. Çevresine bakındı, iki kişinin birden içine girebileceği, korugan görevi görebilecek bir çukur aradı. Otuz metre kadar sağda, böyle bir çukur vardı. Tırtıl’ı bir hamlede omuzladı. Çok yakınına düşen birkaç serseri kurşuna aldırmaksızın koştu, çukura yetişti. En azından şimdilik güvendeydiler.
Yanında üç tabanca vardı; kendi Mauser’i, Hasan Nafi’nin Beratta’sı ve Ahmet Cemil’in Browning’i! Doğan, öncelikle kamyonetin durdurulması gerektiğinin farkındaydı. Şartlar eşit olmasa bile, bu pervasızca ilerlemeye bir son verebilir, karşısındakileri de savunma durumuna sokabilirdi.
İçlerinden en güvenilir ve tesir mesafesi en fazla olan Browning’i sıkıca kavradı. Elini, bileğinden sabitledi. Nefesini tutarak dikkatlice nişan aldı. Tetiği çekti. Patlamayı müteakip, yüz elli metreye kadar yaklaşmış olan kamyonetin ön camı parçalandı. Vurulan şoförün ardından, direksiyon hâkimiyetinden kurtulan araç, önce sağa sola sallandı, sonra geniş bir daire çizerek geldiği yöne doğru döndü… Durdu.
Tırtıl;
“Hay yaşıyasen, babo!” diye haykırdı. “Eline sağlık!”
Muhafızların elindeki en büyük koz böylece alınmış oluyordu. Her ne kadar ateş üstünlüğüne sahip olsalar da, artık kendilerine birer siper bulmak zorundaydılar.
Doğan, saatine baktı. Saat 16.55’i gösteriyordu. Güneşin batmasına daha üç saatten fazla zaman vardı.
“Karanlıktan yararlanarak kaçmayı deneyebiliriz… Yeter ki, o saate kadar dayanabilelim,” diye düşündü.
Gerçekte, buna pek ihtimal vermiyordu; üç şarjörde topu topu yirmi bir kurşunu vardı. Ne kadar dikkatli kullanırsa kullansın, bu kurşunlar yine de yeterli değildi.
“Yazgımız böyleymiş,” diye düşündü. “Sen kalk, defalarca Azrail’in elinden kurtul, sonra şu ufak çukurda… Vatan topraklarına iki yüz metre kala…”
Gerisini getiremedi. Başının üstünden geçen bir kurşun, az ötede ufak bir toz bulutu kaldırarak yere saplandı.
“Yat yere, gurban,” dedi Tırtıl. “Adamlar artık arabada deyiller… İyi nişan alirler!”
Hakkı vardı. Kamyonetin sarsıntısından kurtulan muhafızlar, şimdi daha isabetli atış yapıyorlardı.
Doğan, bir iki kez ateş etmeyi denedi, ama hiç birisinde başarılı olamadı. Herifler, başını dahi kaldırmasına fırsat vermeksizin ateş ediyorlardı.
Bir ara Tırtıl;
“Dinle babo,” dedi. “Bir ses duyursen… Motor sesi… He mi?”
Doğan;
“Evet… Duyuyorum,” diye yanıt verdi. “Arkamızdan yaklaşan bir araç var! Sakın bizi çeviriyor olmasınlar?”
Tırtıl;
“Deeldir!” dedi. “Bu sesi iyi bilirem.. Bu ses Unimog’dur! Candarmanın Unimog’u!”
Gerçekten, arkadan yaklaşan ağır araç, seyyar jandarma birliklerinin kullandığı Unimog’lardan biriydi. Üzerinde tam teçhizattı altı er olduğu halde sınırı aşmış, Suriye topraklarında ilerliyordu.
“Yardıma gelirler, babo!” diye bağırdı Tırtıl.
Sevincinden çenesi iyice düşmüştü. Bir günde konuşacağı laf, bir saniyede ağzından çıkıverdi;
“Şunlara bah hele! Korkak tavşanlar eheyy! Nasıl da kaçirler! Gavvat ogli gavvatlar!”
Doğan, yattığı yerden, muhafızların ateşi kestiklerini ve kamyonete doğru koştuklarını gördü. Üzerlerine gelen Türk askerlerine, kendi topraklarında tek bir kurşun atmaya bile cesaret edememişlerdi.
Unimog, keskin bir dönüşle aralarına girdi. Dört asker havaya ateş açarken, ikisi de Tırtıl’ın yardımına koştular.
Doğan;
“Bacağı kırık, dikkat edin!” dedi.
Unimog, dört dakika geçmeden yine Türk topraklarındaydı!
Doğan’ı orada, iki manga erin karşılarında hazır olda durdukları iki yüzbaşı karşıladı. Yüzbaşılardan biri, Özkan Yüzbaşı’ydı!
Az ötede, askerlerden ayrı, üç kişiden oluşmuş sivil bir grup bekliyordu. Hepsinin de ellerinde sten makineli tabancalar vardı. Tanıdık bir Land/Rover’in önünde kendisine gülümsüyorlardı.
Doğan’a ilk sarılan Mehmet oldu.
Öyle sıkı sıkı sarılmıştı ki, Adnan’la Suat,
“Yeter artık, bize de kalsın!” demek zorunda kaldılar.
Doğan da arkadaşlarını sevgiyle kucakladı. Sonra Adnan’a hitaben,
“Neden hepiniz buradasınız?” diye sordu.
“Neden mi? Bize ulaştırılan notta; ‘15.30’da Caber gezisi bitti. Mehmet dönüyor. KARŞILAYIN!’ yazıyordu,” yanıtını aldı. “Duruma bakılırsa, iyi bir karşılama töreni oldu.”
Eşber, sınıra kadar kendisine refakat etmemiş olsa bile, mesaja tek bir kelime eklemekle, koruma görevini uzaktan, hem de çok uzaktan yine de yerine getirmişti.
Doğan ona müteşekkirdi. Gönlünden kopmuş sıcak bir selam, gitti… Gitti… Eşber’e ulaştı!